Satranç-Stefan Zweig

Nedendir bilinmez, bu hapishane öyküleri benim pek bir hoşuma gider. Bu yüzdendir ki sevdiğim kitapların en başında; Monte Kristo ve Kelebek yer alır. Bu tarz kurgular bir yönüyle diğer romanlardan ayrılırlar. Mahkum hücrede tek başınayken beyniyle soğuk duvarları gerer ve dışına çıkar. Salt zihinsel boğuşmalar tüm zamanını kaplar. Muazzam bir şeydir bu. Tecrübesi olmayan bir insanın yazabilmesi çok zordur. Yazsa da sönük kalır. (Işte sırf bu yüzden bir zamanlar kısa süre de olsa hapse girebilmeyi çok istemiştim. Çılgınca gelebilir ama bunu arzulamıştım.) Şimdi aralarına Stefan Zweig'ın Satranç'ının da katıldığı bu üç kitabın tarihçesi de böyle yerlerde doğmuştur. Içlerinde en emin olduğum Kelebek'tir. Daha önceden bu kitabı ve filmini blogumda tanıtmıştım, isterseniz buradan daha detaylı olarak inceleyebilirsiniz. Kelebek'in yazarı kendi yaşantısını yazmış. Elbette içine hayal gücünü katmış olabilir, ama bu tarz kitaplar ancak demir parmaklıklar arasından doğabilir. Monte Kristo ise tamamen benim varsayımım. Alexandre Dumas'ın hayatını araştırmadım. Ama diğer kitaplarında gördüğüm kadarıyla esnetilmiş ve oldukça detaya inilmiş hapishane bölümleri var. Içlerinde en derine ineni elbette Monte Kristo. (Ayrıca bu kitap, küçükken benim satın aldığım, çocukluğumda bana ait olan ilk roman olmasıyla kitaplığımda ayrı bir yer tutar.) Satranç'ın da öğrendiğim kadarıyla yazar kendi kimliğini öyküdeki karakterler arasına alarak yazmış. Stefan Zweig yahudidir ve Hitler zamanında çok kötü günler geçirmiştir. Naziler döneminde kitapları gaddarca yakılmıştır. Hayatını araştırırken, Dünya'nın bir daha düzelemeyeceği karamsarlığına kapılarak karısıyla birlikte Brezilya'da intihar ettiğini öğrenince çok üzüldüm. Yazık.. Böylesine bir yetenek.

Konusuna geçecek olursak. Hikaye, New York'tan yola çıkmış Buenos Aires'e giden bir gemideki yolcular arasında geçer. Hikayeyi onun dilinden dinlediğimiz kahramanımız, yolcu vapurunda birlikte yolculuk yaptıkları Dünya satranç şampiyonundan haberdardır. Kendisi satranç hakkında pek bir şey bilmemektedir ama bu şato oynuna karşı duyduğu ilgiden dolayı Dünya şampiyonu Mirko Czentovic ile tanışmak ister. Bu kibirli ve burnu havada olan adamın hikayesi çok ilginçtir. Okuma ve yazma bilmezken, hatta bir türlü öğrenemezken satranç oynamaya başlar. Garip bir adamdır doğrusu, onu kimse yenemez. Ama kahramanımız kafasına koymuştur bir kere. Bu yüzden karısıyla birlikte düzmece bir oyun kurar. Çok geçmeden plan işler ve bir çok kişiyi kendine çeker. Içlerinden birisi de çok zengin bir satranç tutkunudur. Onun yardımıyla Czentovic'den satraç oynu talep ederler. Elbette şampiyon onları kolaylıkla yener. Hırslı ve zengin dostu rövanş isteyince Czentovic bu teklifi de kabul eder. Nasıl olsa her oyun karşılığında parasını alıyordur. Ikinci oyun sırasında yanlarına tanımadıkları bir adam gelir. Bu yabancı kendini tutamayarak oyuna müdahil olur ve berabere bitmesini sağlar. Ardından geldiği gibi gözden kaybolur. Bu kez de afallayan Dünya şampiyonu rövanş istemektedir. Gizemli adam yani Dr. B. Avusturyalı'dır ve onu rövanş için ikna etmek kahramanımıza düşer. Çünkü kendisi de Avusturyalı'dır. Görevini yerine getirmek için Dr. B.'nin yanına gittiğinde çok ilginç bir hikaye dinler.

Dr. B. Gestapo tarafından hücre hapsine kapatılmıştır. Bu hücre bir otel odasıdır ve kendi tabiriyle hiçliğe itilmiştir. Monoton duvar kağıtlarından başka hiç birşeyin olmadığı bu odada aklını kaçırmaktadır. Ona bedensel işkence yerine zihinsel işkence yapmaktadırlar. Zaman zaman sorgulamak için onu bir odaya alırlar. Bir gün sorgulama daha başlamazdan evvel gözüne bir mont ilişir. Cebinde kitap olduğunu tahmin ettiği şişkinlik aklını başından alır. Zor da olsa bu kitabı çalar ve uzun süre heyecandan okuyamaz. Kapağını ilk açtığında ve bunun bir satranç kitabı olduğunu görünce hayal kırıklığına uğrar. Ama yılmaz. Yeni birşeylere aç beyni tüm oyunları ezberler ve satranç taşı ve tahtası olmaksızın kendi kendisine satranç partileri düzenler. Beynini ikiye bölmüştür ve satranç zehirlenmesi yaşamaktadır...


Sanrasını anlatmayım isterseniz. Hikaye yazmaya alışkın olduğum için kitap tanıtımı yaparken dayanamıyorum çok fazla detaya iniyorum, lütfen kusuruma bakmayın. :) Bu muazzam öyküyü okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum. Ayrıca bu kitabı benimle tanıştıran Okan Bayülgen'e çok teşekür ediyorum. 


A.Kemal Ünsaçan 
05•XII•13


Mutlu musun?

Zaman zaman kendimle konuşmayı severim. Eğer ortaya güzel diyaloglar çıkarsa hikayelerimde kullanırım. Bu da öyle bir soru işte. Bugün içinde farkında olmadan kendime bu soruyu sordum. Aslında ilk başlarda başka birisi bana sorar gibiydi. "Mutlu musun?" Gözümün önünde malum soruyu bana sorabilecek bazı çehreler belirdi. Yine farkında olmadan verdiğim cevaplar hep aynıydı; "Hayır!" Ünlem işareti biraz sert nida olabilir, önemli değil. Çünkü bu cevap olduça kesin ve net olarak belirdi. Ünlemi silersem bu Hayır'a haksızlık etmiş olurum. Lütfen böyle kabul edelim. 

Itiraf etmeliyim ki bu durum beni biraz ürküttü. Yanı sıra bana farklı bir huzur da katmıyor değil. Ürktüm çünkü; kendimi her şeyi seven, her şeyin artı tarafını görebilen birisi olarak tanırdım. Dışarıdan bakanlar da böyle derler, yani 'her şeye rağmen mutlu' tabirinin içini dolduran bir ademoğlu. Tüm bu düşüncelerle birlikte benliğimle çelişen bu net cevap beni şaşırttı. Ilk defa mutsuz olmuyorum elbette. Ama hiç birine açık sözlülükle kucak açmamıştım. (Hatırladığım kadarıyla.)

Hatta annem sabah gelip, "Işte senin doğduğun gün de hava aynen böyleydi," dediğinde yalnızca... Tamam tamam, itiraf ediyorum, bu söz biraz hoşuma gitti. Sizce de çok nostaljik ve manidar değil mi? Kapalı havaları her zaman sevmişimdir. Not: Dışarıda olmak kaydıyla.

Huzur olayına gelince. Nedenini tam olarak bilmiyorum. Belki de bu duyguyu hissetmemin sebebi bu cevaptan duyduğum endişenin umduğumdan az olması. Endişenin korkaklık yaptığı ve sırf bu yüzden huzurun bir adım öne çıkmış gibi farzedilmesi. [Heey! Bekleyin bekleyin. Tam olarak anlamadım ama burada psiklojik bir kaza var galiba. Fazla varsa bir adet az kullanılmış psikolog alabilir miyiz? Her ihtimale karşı ben bu cümlenin başında bekleyim. Siz lütfen rahatsız olmayın, devam edin.] Yani bilinçaltım ileri atılıp, "Mutsuzsun," diyor. Ve ben ona muhalif olmuyorum. Evet, aynen böyleydi diyalog. Içimdeki seslerden hiç birisi bu cevabı eleştirmedi. Biri hariç. Yalnızca birisi gözlerini yumarak homurdanmakla yetindi. Hani şu ilk çıkan ve ürktüğünü söyleyen cılız ses. Yazık ona.

Biraz kafa karıştırıcı ve çelişkili bir durum ama ne yaparsın, böyleyken böyle. Mutsuz olduğumu biliyorum, fakat mutsuz da sayılmam. [Nerede kaldı şu psikolog! Gelmedi mi hala? Pardon, sustum.] Bu satırları yazabilecek kadar keyfim yerinde. Aksi halde gerçekten mutsuz olsam, (ki daha önce çok daha kötülerini gördüm) bu satırlar ilham denizinin kıyısında uyumaya devam ederdi. Ve belki benim yerime bir başkasının kapısını çalardı. 

Rotayı 180° derece geri çevirelim ve olaya bir de şu açıdan bakalım. Belki de bu soruyu yanıtlayan kişi ben değilim. Hikayelerimden birine doğmayı bekleyen, henüz tanışmadığım bir kahraman. Olabilir mi? Elbette olabilir, neden olmasın ki. Muhtemelen olacak da zaten. Konunun beni ilgilendiren yanı ve bu yazıyı yazmama neden olacak teğet çizgisine bakacak olursak. Bu çizgi ne kalın, ne de ince. Bu içimde doğmayı bekleyen karakterin ağzını ödünç almış olabilirim. En makul açıklaması bu. Mutlu değilim, ama...

Şimdi bu yazıyı yazdıkça bazı şeyler değişmeye başladı. "Hayır!"ın biraz suçlandığını hissediyorum. Üzerine fazla gitmiş olmalıyım ki bir köşeye sindi. Yeni bir soru daha. Bu ikinci soru pek de önemli değil. Sanırım cevap şu: "Ortada mutlu olacak sebep yok ki." Isimsiz bir adam heyecanla atıldı, "Ama bugün senin doğum günün." Ikinci soruya cevap veren ilk kişi başını kaldırdı. Alayvari gülümseyerek, "Sahi mi?" dedi. "Ben bir fark göremedim." Bakışlarından yere kayıtsızlık dökülüyordu. Işte o anda o kayıtsız adamı kendime daha yakın hissettim. 

Mutlu değilim fakat mutsuz da sayılmam. Mutlu olacak, ya da şöyle söyleyelim, ortada mutlu olmaya değecek bir neden göremiyorum. Eş değer bir sürü gerekçe daha. Aynı anda hem mutlu olabilirim de hem de mutsuz. Biri 'yin' biri 'yang' desem yeridir.  Bir nevi nötr durumu. Bu tabiri edebiyat taşına vurursak eşitliğin diğer yanında duran sevimli şey sessizliğin ve dingin huzurun ta kendisi olabilir.

Mutsuzluk başkalarında kezzap etkisi yapsada, bendeki yetersizliği huzur verici. En azından şimdilik yakıcı değil. Elinde ateş tutmak ve gülümsemeye devam etmek gibi bir şey bu. Her zaman bu soruya verilen cevap şimdiki kadar cesurca olmasa da kabul ediyorum, yaşantılarımız hep böyle. Ve böyle olmaya devam edecek. Yalnızca basit bir itiraf meselesi o kadar. Cesurca..

+Her neyse, mutlu musun?
–Hayır(!), değilim ama yaşıyorum işte. Bu kadarı yetmez mi?
+Anlamadım?
–Ben de öyle.


A.Kemal Ünsaçan 
25•XI•13


Duman ve Gülüm

Şahsım adına konuşuyum; insan bir şeye ara verdimi, o şeye yeniden başlamak çok zor oluyor. Sanki ilk defa yapar gibi hissediyor. Şimdi durup dururken bunları neden söylediğimi sorarsanız, son yazımdan bu yana geçen günleri hesaplayabilirsiniz.

Bloğumu seviyorum ve ihmal etmemeye çalışıyorum ama olmuyor. "Ah, bunu mutlaka yazmalıyım dediğim!" şeyler zamanla dimağımdan yavaşça kayıp beni terk etti. Ama suçumu kabul ediyorum, onlar geçerken muhtemelen gözlerimi yummuş olmalıyım. Çok şey olup bitti bu yazmadığım süre içinde, tabi şimdi onlardan bahsedecek değilim. Hepsi soğudu. Bu akşam doğan yazma isteğimi değerlendirmek istedim ve işte şimdi buradayım.


Artık başlığa geçebilirim sanırım; Duman ve Gülüm. Duman benim köpeğimin ismi. Geçen hafta cumartesi günü geldi Duman'ım. Simsiyah, gece kadar, duman kadar siyah. Geldiğinde daha üç haftalıktı. Miniminnacık bir av köpeği. Uzun kulak olarak geçiyormuş ve bu cins fazla büyümüyormuş. O yüzden o yaşlarda bir köpek yavrusuna kıyasla çok daha küçük (sanırım). Duman duymasın, aslında bir köpeğim olduğunda bunun bir japon spitzi olacağını düşünmüştüm. Çünkü ben küçükken amcam sürekli olarak eve köpek getirirdi. Neredeyse her cinsle tanışmışımdır. İçlerinde en çok Bafi isimli köpeğimize karşı kendimi yakın hissederdim, hala da öyleyim. Bafi bir lapon spitziydi. Bembeyazdı, insan onu sevmeye kıyamazdı. Bafi'nin resmini de koyuyorum buraya, eminim görünce bana hak vereceksiniz. İşte bu yüzden hep bu cins bir köpeğim olsun isterdim. Umarım ilerde bir gün japon spitzim de olur. Ama şimdi Duman'ım var, onu da çok sevdim. Kucağıma aldığımda elimi yalaması, karnını kaşırken boynunu çevirmesi, üstüme tırmanıp yüzünü yüzüme yaklaştırması... Bambaşka bir şey köpek sevgisi.

Duman'ın birde kardeşi var, Çakır. Duman benim köpeğim olduğu için arada onu kucağıma alıp seviyorum. Çakırı, benim Duman'ı sevdiğim kadar yok. Bu yüzdenmidir bilmiyorum, bir haftalık süre içinde Duman kardeşine göre daha hızlı gelişiyor. Çakır'dan daha önce havlamaya başladı (Hev hev hev), Çakır daha çıkamazken merdivenlerden çıkmaya başladı, daha neler neler. Sevginin gücü diyorum ben buna. Çok ilginç bir şey bu. Gerçekten düşündüğüm gibi birazcık sevgiyle bu böyle olduysu, benzer bir sevgi gösterisi insanlar üzerinde kim bilir neler yapıyor. Bunun tam terside geçerli; öfke, nefret gibi duyguların gözle görünmeyen etkisi.

Bahçede Duman ve Çakır'a bir kedi geldi. Köpekler gibi o da siyah ve yavru. Kardeş gibi bir oynayışları var görmelisiniz, tam belgesellik. Ben o kediye üvey kardeş dediğim için Kül Kedisi adını vermiştim. Ama köpek doğası işte, özellikle Duman biraz sert davrandı. Kedi de dayanamayıp kaçtı gitti. Sonra onun yerine bir başka kedi daha geldi, o da siyah ve henüz yavru, üstelik Kül Kedisi'nden daha da küçük. Duman ve Çakır'ın yemeklerine ortak oluyorlardı her ikisi de. Ama karşılığından Duman'ın kuyruklarını ısırmasına katlanmaları gerekiyordu. Yeni gelen daha da küçük olduğu için fazla dayanamadı ve hemen ertesi gün bizi terk etti ve bir daha görmedim. O gün bu gündür de bahçemize kediler uğramıyor.



Gülüm, adı üstünde gülüm. O da Duman gibi fazla büyümeyen bir tür. Bonzai ağaçları var ya, işte öyle. Salon gülü veya mini rosa diye geçiyor. Bildiğimiz gül, ama minyatür gibi bir şey. Bu resmi çekiktem sonra diğer goncalar da açtı, şimdi odamın penceresinde alımlı alımlı süzülüyor. Bu sırılar hep miniklerden takılıyorum nedense. :) Hayvan sevgisi kadar bitki sevgisi de ayrı bir güzel. Betonlara hapsedilmiş insanlar bundan mahrum kalmamalı. Bir hayvanı veya bir çiçeği sevmeli ki insanları da layıkıyla sevebilsin. Kabul ediyorum, bazı insanların çok da sevilecek bir yanı yok, ama en azından onlara katlanmayı öğreniyor. İnsan bir şeyi sevince başka şeyleri daha rahat sevebiliyor. 

Sevgiyle kalın, en içten sevgilerimle..


A.Kemal Ünsaçan 
28•X•13



Huzurun Sessizliği

Bir insan en fazla ne kadar mutlu olabilir? Bünyesi ne kadarını kaldırabilir? Sanırım ben bu sınıra çoktan ulaştım. İki ay önce apartmandan çıkıp bahçeli eve taşındığımız günden bu yana durum böyle. Mutluluğun sınırı demiştim ama bu farklı bir sınır. Hani rekorlar olur ya. Birisi 100 metre koşar, daha sonra bir başkası çıkıp 200 metre koşar ve diğerinin rekorunu kırar. Öyle sınırlardan işte benimkisi. Mutluluğum her gün daha da bir artıyor. Bence mutlulukların sınırı hiç olmamalı.

Sorumu değiştirmek istiyorum. Yeşil ve mavi bir araya geldiği zaman insanı ne kadar mutlu edebilir? Aslında görebilen için bunun da bir sınırı yoktur. Gökyüzü milyonlarca yıldır hep aynı yerde. Ama apartmanların betondan öte soğuk duvarları insana; ne gökyüzünün maviliğini gösteriyor, ne de ağaçların yeşilliğini. Apartmandan bakan bir göz için bu değerler tamamen farklı bir havaya bürünüyor. Ama bahçesi olan bir ev öyle mi? Değerli bir hocamın da söylediği gibi, bahçeli bir evde insan yaşadığının farkına varıyor.

Bahçeye çıkınca rüzgarın esintisini hissedebilirsiniz. Apartmanın aksine, Güneş'i doğuşundan batışına kadar görebilirsiniz. Horoz sesleriyle uyanıl, tavukların hangi zamanlarda yumurtladığını duyabilisiniz. Çiçeklerle konuşup gelişimlerine katkı sağlayabilirsiniz. Büyümekte olan yavru kedilerin yaşantısına şahitlik edip kalbinizde bir yerlere dokunduklarını hissedebilirsiniz. Köpek sesleri, kedi sesleri, cıvıl cıvıl kuşların ve akşamları şarkı söyleyen ağustos böceklerinin sesleri. Yaşamayı değerli kılan ama çoktan unutulmuş değerler bütünü bunlar. İplere asılmış; kurutulan biberlere, patlıcanlara, bir tepsiye yayılmış dömeteslere şahitlik edersiniz. Daha ne olsun? Canınızın her istediğinde dalından koparılıp yenilen meyvelere hiç girmiyorum bile. Ayrıca bu havayı soluyan komşularınızda tıpkı sizin gibi oluyor. Artık komşu olmaktan çıkıyor be aileden biri halini geliyor. Aynı duvarları paylaştığınız komşuların aksina, aynı havayı solumak sizi onlarla bir bütün haline getiriyor.

İki gündür burada havalar çok güzel. Kısa süre önce hava koşulları, kalın giysiler giydirecek kadar sertleşmişti ama iki gündür yeniden yaz gelmiş gibi. Soğuk havalar gelince bahçeye çıkamadığımız için bu iki günü dolu dolu değerlendirdik. Her şey ateşin icadı ile başladı. :) Önce zevk için küçük bir ateş yaktık. Sonra, ateşte lezzetli olur, biraz soğan pişirelim diye düşünürken; patatesti, domatesti, kır kahvaltısı oldu çıktı. Odun ateşinin közüne koyulmuş çaydanlıkta cabası. Sonrasında hiç durulurmu. Ortaya birde sac çıktı ve saç kavurması yaptık. 

Dün böyle geçmişti. Bu gün hava yine güzel olunca soluğu bahçede aldık. Bu kez sacda patlıcanlar közlendi. Elbette kışa hazırlık için közlendk ama üç beş tanesinin de bilahire ifadesini aldık. Yine ateş, yine çay. Bir insan apartmanda bu kadar mutlu olabilir mi? Özellikle bizim taşınmadan önceki apartmanımızda olduğu gibi vandal insanlarla birlikte yaşıyorsanız sorunun cevabına imkansızdan bile yetersiz kalır. O yerdeki mutluluklar pilastik çiçekler gibidir.

Şimdi düşünüyorum da, önceki yaşamımız bir ritüele dönüşmüştü. Her sabah uyan, yemek ye, o ortamda nasıl yaşayabilirsen öyle yaşa, yemek ye, televizyona bak, tekrar yemek ye ve ertesi gün uyanabilmek umuduyla uyu. Yaşam bu mı sizce? Telefonlarda bir uygulama olsa, apartman ve bahçeli evi birebir karşılaştıran bir liste sunsaydı varın siz tahmin edin neler olurdu. Yoksa uygulama, bu ne cürret deyip hata mı verirdi? Şehrin hangi albenisi, burada, bir akşam vakti yere uzanıp yıldızları izlemenin büyüsüyle boy ölçüşebilir?

Şimdi; kendimi hiç olmadığım kadar mutlu ve huzurlu hissederken, batmakta olan Güneş'i perdeleyen ağaç yapraklarının altında uzanırken, hafif hafif esen rüzgar beni çok uzaklara alıp götürürken, tüm sıkıntılarımın içinde bulunduğum anın verdiği huzurla eriyip ezildiğini hissederken ne söyleyebilirim ki? Sinek ve arıları kaçırmak için yakılmış mis gibi kokan hahve kokusu bile başlı başına mutluluk sebebi. Kelimeler böyle anlarda yeterli olur mu? Bu duygular içerisinde size tek tavsiyem, imkanınız varsa apartmanlarınızı bir an önce terk edip bahçelj evlere taşınmanız. Tek temennim, bir an öce herkesin, duyguları zehirleyen beton evlerden kurtulması.

Bizler bu güzel günlerimize, geçmiş zamanların yaşanmamışlıklarını sığdırarak içinde bulunduğumuz anın tadını çıkarıyoruz. Ne geçmişin hüzünlü yüzü, ne geleceğin meçhul çehresi bizi içinde bulunduğumuz andan sıyırıp alamıyor. Bütün bunlar, farkında olunarak yaşanılan bir rüya olsa gerek. Eğer öyleyse hiç uyanmak istemiyorum. Bu Dünaya'nın cennetinden gerçek cennete dek..

En içten sevgilerimle..


A.Kemal Ünsaçan 
07•IX•13

ÇAYIMA DÜŞEN GÖKYÜZÜ



Bin Muhteşem Güneş-Halit Hüseyni

Aaaah ah. Böyle kitap olur mu ya. Daha da kötüsü, böyle bir yaşantı olur mu. Kitabın her satırı duygu yüklü. Ve ben, o her satırı okurken tüm Dünya'daki savaşlara bir kez daha lanet ettim.

Bin Muhteşem Güneş; Afgan asıllı ve aynı zamanda Amerikan vatandaşı olan Halit Hüseyni'nin (Khaled Hosseini) ikinci kitabı. İlk eseri olan "Uçurtma Avcısı" da beni çok etkilemişti. Halit Hüseyni kitaplarında; doğduğu şehri, yani Afganistan'ı resmetmiş. Kitapta bahsettiği gibi; Bir devlet başkanı seçilir, sonra öldürülür ve yeni bir devlet başkanı seçmek için iç savaş başlatılır. Kabil'deki insanlar bir elinde süt şişesi, diğer elinde silah taşımaya alışmıştır artık.

Kahramanlarımızdan ilki olan Meryem, Herat'da doğmuştur. Babası Celil'in dört karısı vardır. Meryem'in annesi Nana'nın bazı psikolojik sorunları vardır. Kendi itibarını lekelemek istemeyen Celil, Nana'yı ve Meryem'i diğer karılarıyla yaşadığı evinden çok uzaklara yerleştirir. Arada bir Meryem'i görmeye gelir fakat hiçbir zaman ona, diğer çocuklarına davrandığı gibi davranmaz. Ama küçük yaştaki Meryem babasını herşeye rağmen çok sever. Annesi Nana'nın gösterdiği gerçekleriyse reddeder. Bir gün gizlice yaşadıkları kulübeden kaçarak Celil'in yanına gider. Fakat onu eve almak istemezler. Birkaç gün kapının önünde sabahlar. Babasının şoförü tarafından zorla yaşadıkları kulübeye götürüldüğünde ise Nana'nın intihar etmiş olduğunu görür. Mecburen Celil Meryem'i kendi evine alır ama artık Meryem değişmiştir. Olayları annesi Nana'nın gözünden görmektedir. Celil'le ve üvey kardeşleriyle hiç konuşmaz. Yaşı 15'dir ve çok geçmeden 45 yaşındaki, Celil'in arkadaşı Raşit ile evlendirilir. Celil ve karıları bir an önce Meryem'i evden defetmek isterler. Evlendikten sonra, önceleri kendisine iyi davranan Raşit daha sonraları işkence yapmaya başlar.  Sürekli olarak erkek çocuk istemektedir. 

Bu sırada yönetim el değiştirmiştir. Mücahitler sovyet işgalinden kurtulmak için savaşmaktadır. Meryem 19 yaşındayken karşı komşuları bir doğum daha gerçekleştirir. Komşusunun Ahmet ve Nur isminde iki oğlu savaştadır, Leyla ismini koydukları kızıysa ihtilalin olduğu gece Dünya'ya gelir. Hikayenin bundan sonraki kısmını Leyla devralır. Annesi oğullarının hasretiyle yanıp tutuşurken kendisiyle eski bir öğretmen olan babası ilgilenir. Arkadaşları; Tarık (ismini unuttuğum iki kız arkadaş daha) ve diğerleriyle beraber çocukluklarını yaşamaktadırlar. Aradan yıllar geçer, hepsi büyürler. Leyla'nın abileri direnişte şehit olurlar. Yönetim tekrar tekrar el değiştirir. Amerika'nın silah yardımı yaptığı milisler, Rusları kovduktan sonra bu silahlarla birbirlerini öldürmeye başlarlar. Yönetime; Özbekler, Tacikler, Hazaralar, Peştunlar gibi birçok ırk sahip çıkmak isterler. Şehre iç savaştan kopup gelen mermi ve roketler yağmur gibi yağmaktadır.

Leyla 15 yaşına geldiğinde Kabil'deki savaş iyice katlanılmaz bir hal almıştır. Tarık ve ailesi Pakistan'a kaçarken Leyla mecburen Afganistan'da kalır. Oğullarının yasını tutan annesi illede zaferi görmek istemektedir. Tarık'ın Afganistan'dan ayrıldığı günün üzerinden iki hafta geçtikten sonra babasıyla ikisi annesini ikna ederler. Tarık'ın ve ailesinin arkasından Pakistan'a kaçmak için sevinçle evden ayrılmak üzerelerken gelen bir roketle hayatları simsiyah olur. Anne ve baba ölmüştür. Leyla'ya karşı komşuları Meryem ve Raşit bakar. Ve olaylar daha da acıklı bir hal alır. Leyla da Meryem'in kaderine ortak olur.

Gerçekten güzel bir kitap ama duygusal yönü sebebiyle okumadan önce iyice düşünülmesi gereken bir kitap. Halit Hüseyni sizi Afganistan sokaklarına alıp götürüyor. Çok güçlü bir kalemi var. Ama kitapta bahsedilenlerin yalnızca bir kurgu olmadığını, buna benzer milyonlarca hayat hikayesinin sürüp gittiğini bilmek insanı üzüyor. Ne uğruna; bunca savaş, bunca gözyaşı, vahşi bir hayvancasına gözünü kan ve para bürümüş çatışmalar? Ne uğruna? Kitap bittikten sonra sorgulamadan edemiyorsunuz. İnsan insana yaşamak dururken neden Dünya'yı bu hale getiriyorlar diye soruyorsunuz. Çok yazık.

Kitap tamamen hüznün renklerine boyanmış olsa da sonu Allah'tan güzel bitiyor da nihayet rahat bir nefes alabiliyorsunuz. 

KİTABIN İSMİNE İLHAM OLAN ŞİİR - SAİB-İ TEBRİZİ

Bu kentin ne çatılarını aydınlatan ayları sayabilirsin 
Ne de duvarlarının gerisine gizlenen bin muhteşem güneşi


A.Kemal Ünsaçan 
02•IX•13


Contact

Muhteşem bir bilim kurgu daha, tabi ki yine eski. Sanırım filmler içerisinde, insanı düşünmeye sevk ettiği için  bilim kurgular her zaman en güzelleri. İzlenesi bir film daha, Contact. Türkçeye "Mesaj" olarak çevrilmiş film, 1997 yılında Carl Sagan'ın aynı adı taşıyan romanından uyarlanmış.

Film, baş rol kahramanımız olan Ellie'nin küçüklüğüyle başlar. Annesini kaybetmiş ve babasıyla birlikte yaşamaktadır. Sürekli olarak telsiz kullanarak Dünya'nın hiç görmediği yerlerindeki insanlarla görüşmektedir. Zaman zaman da babasıyla birlikte teleskop kullanarak gökyüzünü incelemektedirler. Tam böyle bir gözlem sırasında ansızın babasını da kaybeder. Yapayalnız kalmıştır ve akrabaları tarafından büyütülür.

Büyüdüğünde, çocukluğundan kalmış olan tek bir hayali vardır. Yıldızları, gezegenleri incelemek ve evrende yalnız olup olmadıklarını araştırmak. Çünkü ona göre; evrende sadece insanlar varsa geri kalanın yer israfı olduğunu düşünmektedir. İçini kasıp kavuran bu soruya cevap arar. Tabi doğal olarak onun bu takıntılı halini görenler amaçsız yere uğraştığını düşünürler ve çalışmalarına sponsor olmak istemezler.

Gözlem ekibinden ayrılıp bir arazide, kendi halinde çalışırken beklenmedik bir ses duyar. Hemen ekibe dönüp sinyali ve kaynağını araştırırlar. Vega isimli yıldızdan asal sayılardan oluşan çok net bir sinyal almaktadırlar. Mesajı görüntüye aktardıklarında ise Adolf Hitler'in konuşma yaptığını görürler. Nasa, Seti ABD ve tüm Dünya allak bullak olarak mesajı incelerler. Biraz daha detaya indiklerinde mesajın içinde ilginç bir makinenin projesini bulurlar. Bilim insanları iki bölüme ayrılır. Bir kısmı bu makinenin Truva atı olduğunu ve içinden uzaylıların çıkacağını düşünür, bir kısmı da Vega gezegeninden gönderilmiş kendi gezegenlerine davet olarak görür.

Neticesinde makine yapılır ve Ellie yola çıkar. Önünde, solucan delikleriyle dolu uzun bir yol vardır. Ve yolun sonunda onu hiç tahmin bile edemeyeceği birisi beklemektedir.

Uzun sözün kısası, mutlaka izlemelisiniz. Gerisini anlatıp da filmin heyecanını köreltmeyim. İyi seyirler. ;)


A.Kemal Ünsaçan
24•VIII•13



Yalnızca Taş Değil ?¿

























Markette çekildiği anlaşılan bir resim, ne demek istediği anlaşılmayan bir başlık ve onları açıklamaya çalışan bir yazı. Başlık, resim ve konu birbirinden tamamen farklı olsa bile sonunda karara bağlayabiliriz sanırım.  Sanırım bu uyuşmazlıkla blogumdaki en alakasız yazı kategorisinde birinci olacak, sesinizi duyar gibiyim ve size hak veriyorum. :) Ne demek istediğimi ve neler hissettiğimi belki de çok azınız hissedecek. Taş var, o yüzden etiketimiz, Çakıl Taşı Güncesi.

Yıl 2010, hastalığımın teşhisi koyulduğundan bu güne dek ister istemez bende bir soyutlanma duygusu meydana geldi. Önceden de insan ilişkilerini pek sevmediğim için bu duyguya ilk başlarda minnet duydum. Zamanla insanlardan hiç ummadığım kadar uzaklaşmış olduğumu fark ettim. Yalnızca sosyal medyadan insanlarla görüşüyordum. Dışarıya fazla çıkmamamın nedeni, hastalığımın uzun mesafelerde yol yürümeme izin vermemesi ve tekerlekli sandalyeye ihtiyaç duymamdı. Ona bindiğim zaman tüm insanların gözlerinin üstümde olacağını hissediyordum. Davetsiz misafir olarak gözlerime kilitlenmiş bakışlarında acıma duygularını hissedeceğimi düşünüyordum. Halbuki utanılacak bir şey yapmadım, acınacak bir durum da yok. Yalnızca ön yargılarım bana böyle hissettiriyordu. "Çekinilecek bir durum yok, herkesin başına gelebilecek  sağlık probleminden başka bir şey değil, yalnız değilsin," diye kendime tekrar tekrar telkin verdim. Ama nafile. Sanırım bunun sebebi insanlardan herkes kadar hoşlanmamam olabilir. Şimdi, bahçemizin müdavimlerinden olan yavru kedi gözlerini dikmiş bana bakıyor. Bir gözü yaralanmış. "Bak bana, ben insanlara hiç aldırıyor muyum?" diye soruyor ve benden cevap beklemeden kardeşinin yanına giderek hayat oyununa devam ediyor.

Şimdilerde bu duyguyu yeni yeni aşmaya başladım. Babam bugün, belki daha önce onlarca kez sorduğu soruyu yine sordu, "Benimle gelmek ister misin?" Gideceği yer bir yapı marketti ve ben öyle yerlere gitmeyeli bir kaç yıl olmuştu. Her seferinde verdiğim tartışmasız, "Hayır," cevabımdan farklı olarak bu kez, "Gelirim," dedim. Yıllardır yapmadığım bir iş olduğundan ve ilk defa tekerlekli sandalyeyle insan içine çıkacağım için önce biraz heyecanlandım. Ardından, arabadan inip tekerlekli sandalyeye binince tüm ön yargılarımın yersiz olduğunu gördüm. Küçük çocuklar dışında kimsenin bana uzun süre bakmadığı fark ettim. Kendimce bulduğum yöntemler sayesinde (yani ben öyle düşünüyorum) bana bakan insanların acıma duygusunu elage ettim. "Yazık, acaba ne problemi var ki bu genç yaşta tekerlekli sandalye kullanıyor?" gibi düşündüklerini hissettiğim bana kaçamak bakışlar atanlara karşın sürekli gülerek, onların da gülümsemelerini sağladım. "Vay be, her şeye rağmen gülümsemeye devam ediyor," olarak düşüncelerine yön verdiğimi düşünüyorum. (Belki ben öyle hissettim, sürekli hikaye yazmaktan böyle oluyor işte (: ) Zaman zaman da bacaklarımı oynatarak, bakışlarını benden başka yöne çevirdiklerini, "Korkulacak bir şeyi yok sanırım," dediklerini hisseder gibi oldum. Halbuki hep, bir gün tekerlekli sandalyeye binersem, insanlarla (çok fazla insanla) karşılaştığımda güneş gözlüğü takmış olacağımı düşünürdüm. Bugün tüm çekincelerimden sıyrılıp güneş gözlüğümü kabına hapsettim. Bugün kendim için bir ilke imza attım. Dediğim gibi, bu hissettiklerimi yalnızca benimle ortak duyguları paylaşanlar anlayabilir. Ve onlara tavsiyem; lütfen, sizler de bir adım atın. Dışarıdaki Dünya düşündüğünüz gibi korkunç değil. Ama, bunca yaşadıklarımdan sonra insanları hala sevemiyorum. Tamam, tamam, itiraf ediyorum, eskisi kadar çok değil. :)

Resme ve neden Ç.T.G kategorisinde yer aldığına gelecek olursak. Gittiğimiz yer yapı mağazası olduğu için, reyonlar arasında gezerken kaldırdım telefonumu ve doğal taş desenli zemin kaplamalarının resmini çektim. İşte böyle, sanırım bu seferki Çakıl Taşı Güncesi'ne düşülecek notlar bunlardı. Sevgiyle kalın, ön yargılarınızın size hükmetmesine sakın izin vermeyin.

Not: Yine kategoriye uygun bir taş olmadığının farkındayım. ;)

II.Not: Söylemeden edemeyeceğim, bu yazım, blogumdaki 100. Yazı oluyor. Eh, birlikte nice 100lere, ne diyim. :)


A.Kemal Ünsaçan 
25•VIII•13


Truman Show

Filmleri biraz geriden takip ediyorsun derseniz size hak veririm. Malum, bu film de eski. 1998 yapımı. Ama ben ne yapıyım? Yeni izledim ve çok etkilendim. Mutlaka paylaşılması gereken bir film.

Kahramanımız Truman; ana karaya köprüyle bağlı, oradan pek de uzak olmayan bir adada yaşamaktadır. Küçükken babasıyla tekne gezisine çıktıklarında fırtınaya kapılıp babasını kaybettiğinden beri o adadan ayrılmamıştır. Su korkusu tüm keşif duygularını bastırmıştır. Annesi, karısı ve çocukluk arkadaşıyla sade ve basit bir hayat geçirmektedir. Eşi hemşire, kendisi de sigorta şirketinde çalışmaktadır. 

Bir gün işe gitmek için dışarıya çıktığında gökten lamba düşer. Üzerinde Sirius yazmaktadır, yani kutup yıldızı. Radyoda verilen haberlere göre arızalanmış bir uçağın parçalarının yere dökülmüştür. Düşen lambayı kısa sürede unutur. Daha sonra arabasının radyosu bozulur ve başka bir frekastan yayın almaya başlar. Yayındaki adam Truman ne yaparsa onu söylemektedir. Bu durumdan şüphelenmeye başlar. Tekne kazasında ölmüş babasını da canlı olarak karşısında görünce şüpheleri iyice artar. Ve çevresinde olup bitenleri sorgulamaya başlar. İsterseniz daha fazlasını anlatmayım ki filmin heyecanı kaçmasın. İzlemediyseniz mutlaka izleyin. Ben, kendimi filme öyle kaptırmışım ki bittiği zaman farkında olmadan çevreme garip garip bakıyordum. Sanki birisinin, "Tamam, artık anladı. Biri şu ışıkları açsın," demesini bekler gibiydim. :)


A.Kemal Ünsaçan 
30•VII•13



Şekerli Taşlar

























Bu güncenin amacı farklıydı aslında. Tıpkı küçükken olduğu gibi gittiğim yerlerden taşlar toplayacak ve bulduğum bu taşların resmini çekip bloguma koyacaktım. Ama maalesef bu duyguyu unutmuş olmalıyım ki gittiğim yerlerden taş almak aklıma gelmiyor. Beni terkeden o duygu eski yerine gelene kadar bunlarla idare edeceğiz sanırım. Aslında iyi de denk geldi. Dün Ankara'ya gitmiştik. Yeni ve daha etkili bir ilaç kullanmaya başlamıştım ve ilaca başlayalı altı ay olduğu için doktor muayene için Ankara'ya çağırdı. Biz de MRımızı, kan tahlilimizi yaptırıp yola çıktık.

Önce dinledi, sonra sorular sordu. Duydukları hoşuna gitmişti ve doğal olarak biz de mutlu olduk. Bizi dinledikten sonra tahlilleri ve MR sonuçlarını incelemeye başladı. Onun söylediğine göre tahliller öyle temiz çıkmış ki bir ara şüphelendi. "Bunları güvenilir bir laboratuvarda mı yaptırdınız?" diye sordu. MR da aynı şekilde, "Kontrast sıvısını verir vermez mi çektiler?" diye sordu. Hiç bir hareketlenme olmadığını, aksine yatışmalar gözlendiğini söyledi. Sizin anlayacağınız durumun olumlu yönde seyrettiğini söyledi. İnşallah hep böyle gider, ne diyelim.

Tahlillerden tek düşük çıkan değer D vitamini imiş. Onu da Güneş'ten almam gerekiyor. Haliyle sıcak benim için zararlı olduğu için çekinerek Güneş'e çıkardım. Ama artık tavsiyelerine uyuyorum. Şimdi bahçemizde uzanmış, elma ve asma yapraklarının arasından süzülen akşam güneşinin tadını çıkarıyorum. Nasıl olsa rüzgar beni serinletiyor. Tıpkı hikayelerimdeki kahramanlarım gibiyim desem yeridir. :)

Resimdeki çakıl taşlarına, daha doğrusu çakıl taşı şekerlerine gelecek olursak. Malum, Ramazan bayramına az kaldı. Rengarenk şekerler bayramların olmazsa olmazlarındandır. Eve alınan şekerler arasında yazım için bunları gözüme kestirdim bende. (Önceden duymuştum ama ilk defa görüyorum)

İyi denk geldi demiştim ya, tam da öyle oldu. Bence bu güzel haberler için günceye yazılacaklara en çok uyan taşlar bunlardı. Rengarenk ve tatlı taşlar. Hayatın aslında taş gibi sert olduğunu, ama aynı zamanda şeker kadar da yumuşak olduğunu gösteriyor. Bazen acıtıyor, bazen de tat veriyor. Bu bizim yaşamı tanımlamamıza ve bakış açımıza da bağlı. Bir kişiyi mutlu eden bir olay başka bir kişiyede acı verebiliyor. 

İyi bir örnek daha: Bunları yazmaya yoğunlaşmışken, yanımda aniden beliren, bahçemizin sakinlerinden bembeyaz bir yavru kediden korkmam gibi. :) Normalde çok tatlı bir kedidir. (Zavallı, ben irkilince o da benden korktu ve kaçtı gitti) İşte, dediğim gibi, algı meselesi. Algı denilen şey çok tatlı bir kedi bile olsa yeri geldiğinde hayalete dönüşerek sizi korkutabiliyor.

Konu nereden nereye geldi. Uzun sözün kısası dünkü duyduklarım karşısında, taşlar bile renklenmişken... Şu an öyle huzurluyum ki, hissettiklerimi tamamen aktarmama kelimelerin gücü yetmiyor. Bu duyguyu hissetmeyeli belki aylar, belki yıllar olmuştu. Sözü daha fazla uzatmayacağım. Herkesin hayatındaki taşların böyle renkli olması dileğiyle. Şimdiden Ramazan bayramınız mubarek olsun. Renkli günler dilerim. :)

Not: Bu yazdıklarımın ismi Çakıl Taşı Güncesi olduğu için, ister istemez bazen günlük yazar gibi samimi bir havaya bürünüyorum. Umarım sıkmıyorumdur. ;)

II.Not: Bu yazıyı iki gün önce yazmıştım ama ancak şimdi paylaşabiliyorum.

A.Kemal Ünsaçan 
04•VIII•13


Papillon(Kelebek)- Henri Charriere

Bu film bir kitaptan, kitap ise yaşanmış bir hayat hikayesinden alınmış. Kitabını okuyalı epey olmuştu ama filmini yeni izledim. Şimdi size vazgeçilmezlerim arasında yer alan bu eseri tanıtacağım.

Kelebek, Henri Charriere kendi başından geçenleri yazmış olduğu otobiyografi romanı. Kitapta ve filmde İsmi hiç geçmiyor. Göğsünde kelebek dövmesi olduğu için herkes onu kelebek olarak tanıyor. Kelebek, oyuna getirilir ve hiç işlemediği bir suçtan dolayı hüküm giyer. Cinayetle suçlanmaktadır ve müebbet hapse mahkum edilir. Bunun üzerine Üç adadan oluşan bir hapishaneye gönderilir. Kelebek, kendisi için verilen hükmü kabullenmediği için kaçmayı kafasına koymuştur. Bu uğurda hapishanede tanıştığı çok dostunu kaybeder. Rüşvetçi gardiyanların ve diğer mahkumların zaman zaman oyununa gelir. Hikaye sekiz yıllık bir zaman diliminde geçtiği için bir kaç kez kaçma girişiminde bulunur. Bu denemelerin iki tanesi başarılı olur. İlk kaçışında uzun süre kızılderililerin yanında yaşar. Daha sonra anlaşma yaptığı sahtekar insanlar onu yine aldatır ve tekrar tutuklanır. Bu kez cezası daha ağırdır. İnsan yüzü görmeden, zaman zaman ışığı bile göremeden yaşayacağı beş adımlık hücreye atılır. Ve beş yılı da bu yerde geçer. Benim en çok etkilendiğim sahne, son kaçışı olmuştu. Filmde kendi başına kaçıyor ama kitapta yanında bir dostu da vardı. Hindistan Cevizlerinden sal yapıp günlerce okyanusta yüzüyorlar. O bölümü öyle güzel yazmış ki Henri Charriere, okurken kendimi sürekli olarak okyanusta, Kelebek'in yanında hissetmiştim. Okuduğum çoğu kitap gibi bunun sonunda da çok üzülmüştüm. İsterseniz daha fazla anlatmayım. :)

Benim en çok etkilendiğim, her yönüyle mükemmel diyebileceğim bir eser. Hatta, blogumda kitap tanıtımı yapmaya başladığımda; Kelebek ile başlamalıyım diye uzun süre düşündüğüm ama bazı yerlerini hatırlayamadığım bir kitap. Tanıtımına filmini de izlediğim için karar verdim. Tabi doğal olarak filmde bazı olaylar değiştirilmiş. Her şeye rağmen güzeldi. Yıllar önce kitabı okurken gözümde canlandırdıklarımla film büyük ölçüde örtüşüyor. Eski bir film, eski bir kitap. Herkese tavsiye ediyorum, eminim siz de beğeneceksiniz. Çok eski dedim ya (1968), belki bu kitabı önceden okumuşsunuzdur. Ama olsun, blogumda bu kitabında bir yeri olsun. Benden bir tavsiye, ilk defa duyuyorsanız filmi izlemek yerine önce kitabını okuyun. Bırakın filmi sizin hayal ettiğiniz oyuncularla beyniniz yönetsin. Daha sonra filmini de izleyebilirsiniz. İyi okumalar.. :)


A.Kemal Ünsaçan 
15•VII•13 


Kireç Taşı

























Bu günceye ilk başladığımda, taşınmak üzere olduğumuzu söylemiştim. Hatta ilk taşı da o evde eklemiştim bloğuma. (Yazıma buradan ulaşabilirsiniz.) Düşüncem şuydu, hemen ertesi gün, taşındığımız evin oradan da bir taş alıp onu da paylaşmaktı. Gelin görün ki, taşınma telaşı her şeyi unutturdu. Yeni bir ev, yeni insanlar ve yeni bir hayat, gibi şeylere dalınca unutmuşum :(

Ama ben bu işe başladığımda aşırı gelişmiş bilinçaltımı hesaba katmamıştım. Ben unutsam o unutmuyor. Dün gece bir rüya gördüm. Taşsızlık canıma tak etmiş olacak ki çıkmışım sokaklara, yerlerden taş topluyorum. Bulduklarım hala çok net hatırımda. İlk bulduğum (kreç taşıydı sanırım) minyatür bir kola şişesi şeklindeydi. Hani şu küçük cam olanlar varya, işte onlardan. Ama onun epey küçüğü, çakmak boyutlarında diyebilirim. Uzun süre baktım taşa. Bir yandan da düşünüyorum, "İşte tam bloğum için bir taş," diye. Sonra ilerlemeye devam ederken taşın o gözenekli hali kaybolup cama dönüştü. Hatta üzerinde markası da çıkınca hemen yere attım. Yerler taş doluydu ama hiç birini beğenmedim. Neticede bir tane daha buldum. Şeklini tam hatırlamıyorum ama güzel bir şekli olduğunu düşünmüştüm. Krem rengi bir şeydi. Eski taşım kola şişesine dönüştüğü için yeni bulduğum taşa daha dikkatli baktım. "Kesin bir hayvanın kemiğidir," diyerek o taşı da yere attım.

Çok geçmeden bir taş daha. Kakaolu kurabiyeler olur ya, çiçek şeklinde filan. İşte aynı o kurabiyenin renginde ve şeklinde taş. Sanırım onu da bir duvardan sökmüşler, çünkü uzerinde de mor renkli mozaik taşı duruyordu. Ama o taşı çok beğenmiştim. Hemen eve gidip yazımı hazırlamayı düşündüm. Yoldayken başlamıştım hatta yazımın ana hatlarını oluşturmaya. 

Sonra  bir taş daha gördüm. Yusyuvarlak, bembeyaz ve irice bir taş. İnci gibi parlıyordu. Papatya şeklindeki taşı bırakıp inci şeklindeki taşı alacaktım. Çünkü papatya taşım, taş bile değildi. Ama inci taşım öyleydi, doğal bir taştı. Kimseye farkettirmeden  ilerlerken biri çıktı ve yerden almayı düşündüğüm inci şeklindeki taşa bir tekme vurdu, taş savruldu gitti. Öylece kalakaldım. Ne aradım, ne de taşı tekmeleyen çocuğa kızdım. Papatya taşımı avucumda sıkarak eve doğru ilerledim. Artık o taşı bırakmamak için avucumu hiç açmadım. Yolumun üstümde kavgalar çıktı, insanlar silahlarıyla birbirlerine ateş ettiler, her yerden mermiler yağıyordu, ama ben taşımı bırakmadım. Baya karışı bir rüya sizin anlayacağınız :)

Gözümü bir açtım ki, hepsi rüyaymış. Zaten ne demişler, "güzel bir rüya kadar kötü bir şey yoktur." Uyanır uyanmaz bilinçaltıma hatırlatmalarından ötürü teşekkür etmeyi ihmal etmedim. Ve ilk iş olarak taş bulmaya karar verdim. 

18•VII•13 - (07:41)


Resimdeki taşın hayat hikayesi rüyamdakilerden çok daha ilginç. Dışarıya çıktım, yarım saat çevrede dolaştım ama güzel bir taş bulamadım. Sonra babama rüyamı anlatırken kola şişesinin malzemesini anlatıyordum ki bana bir taşdan bahsetti. Bir kaç gün önce görmüştüm babamın bahsettiği taşı. Kim bilir kaç yüzyıllıktır. Bu taşı bize anneannem vermiş. Nereden geldiğini o da bilmiyormuş. Dediğine göre o doğmadan önce de bu delikli taş kapılarının üstünde asılıymış. Daha sonra o taşı bize vermiş ama ben yeni gördüm. İşte, bu evdeki ilk koleksiyon parçama da bu anlamlı taşla başlamaya karar verdim. Geleneksel yanı sayesinde de taş olmaktan çıkıp insanda başka duygular uyandırıyor. Gerçek (yukarıdaki resim) ve hatırladığım kadarıyla photoshop'da hazırladığım rüya taşlarım (aşağıdaki resimler) Üç aşağı beş yukarı böyleydi. Bu taşların hayat hikayesi de bu (Belki bir de "Rüya Güncesi" başlatmalıyım ha. :) ) Bu arada, herkese hayırlı ramazanlar.

A.Kemal Ünsaçan 
18•VII•13 - (10:00)



Le Tableau

Fransız yapımı bu film Türkçe'ye "Mutluluğa Boya Beni" olarak çevrilmiş. Filmin ismi ve konusu oldukça ilginç. Kesinlikle tavsiye edeceğim filmlerden. Animasyon olmasına rağmen her yaştan kişinin izleyip ders alması gereken bir film. İzlerken bazı yerleri de bana Küçük Prens'i anımsattı. 

Film, bir ressamın yarım bıraktığı bir tabloda geçmektedir. Resimde şato, orman ve göl resmedilmiştir. Tablo sakinlerinden boyaması tamamlanmış olanlar kendilerini üst sınıf olarak görürler ve boyaması tamamlanmamışları ve eskizleri sürekli dışlarlar. Resim de kast sistemi meydana gelmiştir. Boyaması tamamlanmışlar, yani tastamamlar şatoda yaşamaktadır. 

Ramo bir tastamamdır. Cleare isminde tamamlanmamış bir kıza aşıktır ve birbirlerini çok severler. Ama görüşmeleri kesinlikle yasaktır. Lola da bir yarımdır ve Cleare'nin arkadaşıdır. Eskiz olan Plume da, arkadaşının tastamamlar tarafından öldürüldüğünü öğrenince Ramo ve Lola'ya katıl. Amaçları ressamı bulmak ve yarım bıraktığı resimleri tamamlamasını istemektir. Kaza eseri kendi tablolarından çıkıp başka tablolarda gezmeye başlarlar. (İşte bu tablodan tabloya gezme kısmını benzetmiştim.) Gerçekten güzel ve ders verici bir film. Çizimleri ilk başlarda çocukca gelebilir ama siz izlemeye devam edin. Sizin de hoşunuza gidecek. Özellikle son sahnede Lola'nın ressamla yaptığı konuşma harika. "ŞİMDİ DE SENİ KİMİN ÇİZDİĞİNİ BULMAYA GİDİYORUM." 

A.Kemal Ünsaçan
08•VII•13


Çakıl Taşı Güncesi

11 yıl bitti be bu evde. Nihayet bu evdeki son gecemiz. Söylemiştim ya taşınıyoruz diye, işte o gün yarın oluyor. Yarın büyük gün. Yıllar nede çabuk geçiyor. Tabi doğal olarak nostalji ambalajı biraz büzünle kaplıdır. O yüzden taşınma işini çabuk geçiyorum. :)

Gideceğimiz yer şehir merkezinden biraz uzakta. Oradaki ev sayısı daha az, bu sayede geniş alanlar daha çok, insan sayısı daha az. Küçükken hafta sonları giderdik o eve. Hafta içinde okul olduğu için mecburen geri dönerdik. Ama ben okuldayken bile o evi, o evin çevresindeki boş arsaları ve oralardaki oyunlarımı, çevredeki çimenleri ve çimenlerin üstünde huzurla dolduğum zamanları düşünerek rahatlardım. Şimdi yeniden ve daimi olarak oraya gidiyoruz. Ne güzel değil mi? Belki yine çimenlere uzanırım. Gerçi şimdilerde o çevredeki ev sayısı da arttı ama olsun. En azından başımın belası apartmanlar yok, evlerin hepsi bahçeli ve en fazla iki buçuk katlı. 

Bu konudan ayrılıp, başlığın neden "Çakıl Taşı Güncesi" olduğunu açıklayayım. Yine küçükken yaz aylarında, Konya'da bir göl olan Beyşehir gölüne giderdik. Gölde kardeşimle birlikte yüzerken suyun içinden renkli taşlar ve midye kabukları toplardık. Kısa sürede harika taşlardan oluşan bir koleksiyonum oldu. Sonra, sadece gölden değil hoşuma giden her yerden toplamaya başladım. Şimdi düşününce sadece iki tanesini hatırlayabiliyorum. Bir tanesi büyük bir kalp şeklindeydi (hatta onu kırmızıya boyamıştım), diğeri de simsiyahdı ve biraz yontulursa dikdörtgenler prizmasına benzerdi. Gün geçtikçe renklerini kaybederlerdi. Hepsini tekrar tekrar yıkayarak eski güzel renklerine kavuştururdum. Yeniden hayat bulur ve nefes almaya başlarlardı benim gözümde. Hepside çok güzellerdi. Ama zamanla çoğunu kaybettim. Bir kısmını da su kaplumbağasının akvaryumuna koymuştum, onlarda orada gitti. 

Taşınma işleri sırasında çekmecemde o taşlardan bir tanesini buldum. Hiç bir özelliği ve güzelliği olmayan, üzerinde renkli iki çizgi barındıran basit bir taş. Üstelik nereden bulduğumu da hatırlamıyorum. Çekmecemde bulduğum sıradan minik taşım bana eskinin güzel günlerini anımsattı. O taşı muhtemelen gittiğim güzel bir yerde bulmuştum. Bu demek oluyor ki bulduğum bu taş, bana o günlerden gönderilmiş bir mektup niteliği taşıyor. Kaçınılmaz, bu mektup aynı zamanda içinde bulunduğumuz eve dair de bir anı da içeriyor.

Taş koleksiyonunu yapmaya başladığımda benden başka insanlarında bu koleksiyonu yaptıklarını bilmiyordum. Bir kaç film de ve kitapda bu koleksiyonu yapan insanları görünce heyecanlandım. Bu işin felsefesi bile varmış. Yanlış hatırlamıyorsam; Perihan Mağden'in "Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?" isimli kitabında, anne ve kız gittikleri yerlerden taşlar topluyorlar, o taşların yüzlerce yıldır çevrelerinde olup bitenlere şahitlik ettiğini söylüyorlardı. Ben de yeniden başlamaya karar verdim bu taş koleksiyonu işine. Tekrar başlayacağım ve bu sefer bulduğum taşlarında resmini çekip bloğuma koyacağım. Yapabilirsem o gün yaşadıklarımı, o an aklımdan geçenleri bir kaç cümle de olsa sizlerle paylaşacağım. Bu notların adı da "Çakıl Taşı Güncesi" olsun. Bu evde yazdığım son yazı da bunların ilki olsun :)

Not: Şimdi bu güncelerin ilkine de, çekmecemde bulduğum o taşın resmini koyarak başlıyorum. Eski koleksiyonumun anısına...


A.Kemal Ünsaçan
05•VII•13


Tiyatromsu Hayat


Gün gelir her şey biter, herkes gider.
Sahne kapanır, eller alkışlar.
Zoraki gülümsemeler yere düşer, o meşhur,
İki yüzlü ikonun ikinci yüzü sana güler.

Tebrikler, bitti oyun!
Herkes işine bakabilir, sona erdi menfaatler.

Zor mu oldu sebepsiz yere gülümsemek?
Güldüğünü görmek isteyenlere,
Gülmediğini umursamayanlara.
Garip oyuncu özgürsün, gidebilirsin sen de.

Gün gelir her şey biter, herkes gider.
Bir tek sen kalır, seninle beraber.

Sahne kapandı, perde oldu kızıl.
Gülenim var hala demeyesin sakın,
Elbet sana da tecelli eder ikinci yüzü hayatın.


Mecazi
21•VI•13


Cehennem-Dan Brown

Güzel bir kitap okumayalı uzun zaman olmuştu. Özellikle Dan Brown gibi usta bir yazardan. Her kitabı benim için ayrı bir değer taşır. Sürükleyici ve nefes kesen anlatım tarzıyla okuyan herkezi büyüler Dan Brown. Şimdi de "Cehennem" adlı romanıyla kendisini bizlere hatırlattı.

Kitabın oldukça popüler ve aynı zamanda sıra dışı bir konusu var. Bu kitabında giderek artan Dünya nüfusunu ele alıyor.

Baş rolde yine; Mickey Mouse saatli, Harris Tweed ceketli, Harvard üniversitesinde sanat tarihi profesörü olan Simgebilim uzmanı kahramanımız Robert Langdon var. Robert gözlerini Floransa'da bir hastahanede açar. Başında dikiş izleri ve vücudunda elektronik cihazlar vardır. Geçici hafıza kaybı yaşadığı için geçmiş iki günle ilgili hiç bir şey hatırlamaz. Son hatırladıkları üniversitede ders vermeye gittiğidir ama nasıl olup da İtalya'da bir hastahanede olduğuna anlam veremez. Doktorların söylediğine göre başından silahla vurulmuştur. İyice kafası karışan Robert, neler olup bittiğini kavrayamaz. Sadece halisinasyonlar görmektedir ve o halisinasyonlarda sürekli olarak gümüş saçlı bir kadın kendisinden yardım istemektedir.

Kısa zaman sonra kaldığı hastahaneye bir tetikçi gelir ve Sienna isimli gizemli doktorla beraber koşuşmaca başlar. İtalya'dan Venedik'e, oradan İstanbul'a uzanan bir araştırmanın içinde bulur kendisini. Ve peşinde Robert'i öldürmek isteyen büyük bir ordu vardır.

Nefes kesen Dan Brown'ın son kitabı cehennemi soluksuz okuyacağınızdan eminim. Dan Brown demek yeterli, başka söze gerek yok. Kendisini ayakta alkışlıyorum. Herkese iyi okumalar.. :)


A.Kemal Ünsaçan
28•V•13





Frekans

Bu filmi yaklaşık olarak on yıl öce izlemiştim. O zamanlar siyah beyaz, küçük ekranlı tüplü bi televizyonumuz vardı. O televizyonları belki sizde hatırlarsınız. Hani şu kumandasız olupta yan tarafında yuvarlak çevirmeli düğmesi olan. İlk defa o zaman izlemiştim Frekans'ı. Hiç unutmam bir gece vaktiydi. İzlediğimde çok etkilenmiştim. Daha sonra Frekans'ın yedin televizyonda yayınlanması için uzun süre bekledim. Tabi o zamanlar internet denilen şey uzaya çıkmak gibiydi.

Çok eski bir film (2000 yapımlı) olmasına rağmen Bu film aklımdan hiç çıkmamıştı. Kurgusu ve hayal gücü harikaydı. Bu aralar bende hikayeler yazmaya başladığım için Frekans'ı hatırladım. Bende bıraktığı heyecan ilk izlediğim zaman ki gibi tazeydi. Filmin senaryosuna yeniden hayran kaldım. Bunca yıl geçmesine rağmen çoğu sahnesini unutmamışım.

Filmin konusu fantastik ve bilim kurgu. 1999 yılında bir polis (İsim hafızam pek kuvvetli değil) bazı problemler yaşar. İtfaiyeci olan babasını otuz yıl önce kaybetmiştir ve hayatta kalan yakınları yaşlı annesi ve kardeşidir. Kız arkadaşıyla da bazı sorunlar yaşar, anlayacağınız çok mutsuzdur. Bir gün merdiven altındaki dolabı karıştırırken babasının eski telsizini bulur. Biraz kurcalayınca bazı sesler duyar. Otuz yıl öncesinden gelen babasının sesleri. 

Bir süre ikiside neler olup bittiğine anlam veremez. Baba 1969 yılında, oğlu 1999 yılında. Otuz yıl önce gerçekleşen bir doğa olayı (Yanlış hatırlamıyorsam güneş patlaması, kutup ışıkları da olabilir) onların seslerini birbirine bağlar. Aynı telsizle farklı zamanlar içinde uzun süre görüşürler. Konuştukları günün ertesinde, bir depoda yangın çıkacaktır ve babası hayatını kaybedecektir. Dikkatli olması konusunda oğlunun uyarılarını dinleyen itfaiyeci yangından sağ kurtulur. Ama babanın hayatta kalması tarihin seyrini değiştirir ve başka olayları tetikler. Bu kez de annesi hayatını kaybetmiştir. Otuz yıl öncesinde hayatta olup şimdi ölmüş olan annesini kurtarmak için babasıyla beraber seri katilin peşine düşerler. Paralel evrenlerde gerçekleşen müthiş bir polisiye film Frekans. Bıkmadan izleyeceğiniz bu filmi kesinlikle tavsiye ederim.


A.Kemal Ünsaçan
27•V•13


Mucizeler Dükkanına Dönüş-Debbie Macomber


Debbie Macomber'in üçüncü kitabını pek beğenmemiştim. Yani kurgu olarak fena sayılmaz ama, Macomber'in tarzına uymamıştı. Mucizeler Dükkanına Dönüş, diğer kitabına nazaran daha iyi. Ama artık sıkıcı olmaya başladı da diyebilerim. Hep aynı kurs, aynı sayıda kirs üyesi, benzer olaylar, yolunda gitmeyen hayatlar ve kurstan sonra gerçekleşen mucizeler. İçimden sormak geliyor, madem bu dükkan mucizeli, peki neden sürekli olarak o dükkanın çevresinde yaşayan insanların hayatı mükemmel gitmiyor da, zaman zaman bozulup tekrar düzeliyor.

Mesela bu kitapta, Lydia'nın yeğeninin arabasını gasp ediyorlar. Kitap boyunca sular bulanıyor, tak, kitabın sonunda mucize, her şey güllük gülistanlık. Halbuki o kızın annesi yani Lydia'nın ablası Margaret sürekli dükkanda çalışıyor. Mucizeyse her zaman mucize. İkinci olarak ilk kitapta yer alan, ama ara sıra dükkana uğrayan Alix. Jordon ile kitabın başında evlenmeye karar veriyorlar, kitap boyunca öyle gereksiz maceralar yaşıyorlar ki kitabın sonunda anca evleniyorlar. Alix sürekli dükkana uğruyor ama neden mucizelerden uzak kalıyor.

Hep benzer kurgular işte. Farklı isimler, aynı kişilikler. Aynı zamanda Macomber'in kitaplarında uslübunu pek beğenmiyorum. Çünkü, bütün olaylar kadınların çevresinde dönüyor ve erkekleri robot gibi anlatıyor. Biraz feministce gelmeye başladı. 

Biraz sıkmaya başladı ama seri nihayet bitti, diğer kitaplarını okurmuyum bilmiyorum. Bildiğim tek şey sıradaki kitabın, Dan Brown'ın yazdığı "Cehennem" adlı kitap olduğu :) İyi okumalar.


A.Kemal Ünsaçan
20•V•13


Biz Dostuz!


























Dün geldi uzaylı amcalar. "Merhaba Dünyalı, biz dostuz," dediler. Ben de, "Merhaba," dedim. Ama, "Biz de dostuz," diye ekleyemeden sustum. Çünkü Dünyada insan insana güvenipte dostum diyemiyor, ki bir uzaylıya"DOSTUM!" diyebilsin. Biraz sohbet ettik, ben tam, "Biz uzayda hayat yokmuş diye biliyorduk," diyecekken, Onlar, "Dünyadahayat yokmuş be kardeşim!" dediler ve vedalaştıktan sonrageldikleri gibi uzayın derinliklerinde kayboldular...


Kar İzleri Örttü-...


Son zamanlarda okuduğum en harika kitaplardan biriydi. Uzun zamandır bu kadar murlu kitap okuduğumu hatırlamıyorum. 20 yazar bir araya gelmiş ve bu kitabı oluşturmuş. Hepsine; kar, cinayet ve yılbaşı teması verilmiş. Bu üçünü barındıran hikayeler yazmalarını istemişler. Ortaya rengarenk hikayeler çıkmış. İçinde fantastik kurgular da var, hiç olmayan cinayetlerde. Aslında ben türk yazarları pek sevmezdim. Genellikle yabancı yazarları okuyordum. Ama bu kitapda yanıldığımı fark ettim. Gerçekten çok değerli yazarlarımız varmış. Çoğunu bu kitapda tanıdım. Tabi hikayelerin her biri farklı bir kalemden çıktığı için hepsini beğenmemi beklemeyim. Bazı hikayelerin bir an önce bitmesini istediğim de oldu. Ama yine de okumanızı tavsiye ederim. İçlerinden en beğendiklerim şöyle;

Barış Müstecaplıoğlu

Ece Erdoğuş

Gül İrepoğlu

Gülşah Elikbank

Nermin Yıldırım

Yekta Kopan


A.Kemal Ünsaçan
22•IV•13

ARKA KAPAK


KENDİMİ KİTABA KAPTIRDIĞIM İÇİN GÜZEL CÜMLELERI YAKALAMAK ÇOK GEÇ AKLIMA GELDİ :)


Oyun

Fantastik hikayelerin dördüncüsü ve sonuncusu nihayet hazır. Zincirin son halkası, Melis'in kardeşi Merve'de son buluyor. Diğer hikayelerdeki bazı sorularda bu hikayede cevap buluyor. Bu hikaye diğerlerinin aksine bilim kurgu olaylar içermiyor. Ama her şeyi çözüme ulaştıran bu hikaye. Daha iyi anlamak için, eğer okumamışsanız önce diğer hikayelerimi okumanızı tavsiye ederim. Serinin sonuncusu"Oyun" okumanızı bekliyor..




Fantastik Hikayeler Serisinin Tamamı 


Boş Koltuk-J.K.Rowling

Nihayet yıllar sonra yeni bir kitap çıkardı, hayranı olduğum Harry Potter'ın yazarı J.K.Rowling. Orjinal ismi "The Casual Vacancy" türkçeye "Boş Koltuk" (Koltuğu bilmem ama kitap gerçekten boş) olarak çevrildi. 20 Mart 2013'de Türkiye'de satışa sunuldi

Çıktığının ikinci günü elime ulaştı kitap. Heyecanla başladım. Sayfalar arasında sürekli olarak Harry Potter'a dair izler aradım ama nafile. Harry Potter ile tek ortak noktasının sadece yazarı olduğunu sayfalar ilerledikçe gördü. J.K.Rowling yıllar içinde bambaşka yazar olmuş çıkmış. Betimlemeleri ve tasvirleri hala aynı, o eski Rowling. Ama hemen her sayfasında bir küfür ve müstehcenlik bulunan kitabı ona hiç yakıştıramadım. Eğer Rowling ile tanışmış olsaydım onunla bütün muhabbetimi keserdim. Sanki kitabı yazan usta yazar J.K.Rowling değil de, okunma kaygısı güden, yazmaya yeni başlamış yazarları üçüncü sınıf ucuz romanları gibi hissettim.

"Hep yazarı eleştirmişsin, kitabı okumadın mı?" diye soracak olursanız... Evet, okudum. Ama konusu okadar karma karışık ki neler olup bittiğini anlamıyorsunuz. İlk sayfalarda belediye meclisinden birisi ölüyor, onun yerine geçecek kişiyi bulmakla kitap sürüp gidiyor. Çok fazla karakter var, sürekli o karalterden bu karaktere geçince insanın kafası karışıyor, kimin kim olduğu unutuluyor. İlk elli sayfasını Harry Potter'ı arayarak, sonraki elli sayfasında kitabın geri kalan kısımlarda uslübunu düzelteceği umuduyla, sonraki sayfalarıda ise tiksinerek okudum. Resmen kendinden soğuttu beni. Diğer Harry Pottet hayranları bu kitap hakkında ne düşünür ama ben hiç beğenmedim. Okumak isterseniz siz bilirsiniz. Ama benden tavsiye fazla umutlu olmayın. Yakında Dan Brown'ın yeni kitabıda Türkiye'ye gelir sanırım. Umarım o üslubunu bozmamıştır. Ne de olsa o da kitap çıkarmayalı epey oldu.

A.Kemal Ünsaçan
07•IV•13

HAKKINI VERMEK GEREKİR, J.K.ROWLING BÜYÜK BİR YAZAR (DI BENİM İÇİN) 
GÜZEL PARAGRAFLAR DA VARDI KİTAPTA




Güneş'in Gücü


Bu aralar ciddi ciddi Güneş enerjisiyle çalıştığımı düşünmeye başladım. Güneş'in olmadığı zamanlarda canım sıkılıyor, içimden hiç bir şey yapmak gelmiyor. Kitap okumak bile istemiyorum. Biraz Güneş çıksın, hemen yarım bıraktığım hikayelerimi hatırlıyorum. Aslında, yağmuru ve bulutları daha çok severim ama şimdilerde nedense beni boğuyor o havalar. Sık sık hava durumuna bakıp Güneşli günleri arar oldum. Neyse ki bu gün hava güneşlide bunları yazıyorum. :) Akşam olmadan birazda hikayem ile ilgilensem iyi olur. :)

A.Kemal Ünsaçan
06•IV•13


Katıldığım Hikaye Yarışmaları 2

Daha önce katıldığım yarışmaları buraya yazmıştım. Şimdide "Ahmet Hamdi Tanpınar" hikaye yarışmasına katılıyorum. Konusu, "bir rüyadan arta kalan hüzün" olan hikayemi yazdım. Hikayemi yazdım, bence güzelde oldu. İmla hataları ve yazım yanlışlarını da düzenledikten sonra kargoya vereceğim. İşte yarışmanın katılım koşulları,

1. Yarışmanın son başvuru tarihi 3 Mayıs 2012 Cuma günüdür. Bu tarihten sonra gelecek eserler kabul edilmeyecektir. Eserler iade edilmeyecektir.
2. Yarışmaya katılacak eserler daha önce yayımlanmamış olmalıdır.
3. Yarışmaya yurt içi ve yurt dışından herkes katılabilir.
4. Tanpınar Edebiyat Yarışması’ndan daha önce ödül alanlar katılamaz.
5. Yarışmaya katılım bir(1) eserle olacaktır.
6. Metin uzunluğu serbesttir. (A4, 12 punto çift aralık ve Times New Roman karakteri kullanılacak)
7. Hikaye yarışmasının genel konusu “Bir Rüya’dan Arta Kalan Hüzün” olarak belirlenmiştir.
8. Her yarışmacı, eserini 7 nüsha olarak çoğaltılmış halde ve bununla birlikte metni içeren CD’yi aşağıdaki adrese gönderecektir.
OSMANGAZİ BELEDİYESİ  / Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü:
Santral Garaj Mahallesi Ulubatlı Hasan Bulvarı No: 10 BURSA
9. Yarışmacılar gerçek isimleriyle değil rumuzla katılacaklardır. Bu nedenle eserin üzerinde(herhangi bir sayfasında) gerçek kimlik bilgileri yer almayacak, bunun yerine rumuz kullanılacaktır. Yarışmacının ad, soyad, telefon(cep, ev, iş), adres ve e-mail bilgilerini içeren bilgiler, kapalı bir zarf içinde eserle birlikte gönderilecektir.
10. Eserler; Hilmi YAVUZ, Müge İPLİKÇİ, Prof. Dr. Abdullah UÇMAN, Başar Başarır, Ali ÇOLAK, Metin Önal MENGÜŞOĞLU ve İhsan DENİZ’den oluşan Jüri tarafından değerlendirilecektir.
11. Yarışmada dereceye girenlerden; birinciye 7.500 TL, ikinciye 6.000 TL, üçüncüye 4.500 TL, mansiyon kazanan yarışmacılara ise 2.500 TL ödül verilecektir.(Toplam 2 mansiyon)
12. Yarışmanın sonuçları 08 Haziran 2013 tarihinde basın toplantısıyla açıklanacak, ödüller daha sonra açıklanacak bir tarihte düzenlenecek törenle sahiplerine verilecek.
13. Jüri’nin yayımlanmaya uygun bulduğu eserler kitaplaştırılacak. Yayımlanacak eserler için telif ücreti ödenmeyecek.
14. Yarışmaya, Bursa Osmangazi Belediyesi mensupları ile Seçici Kurul üyeleri ve bunların birinci derece yakınları katılamazlar.
Kaynak: Osman Gazi Belediyesi