Birşeylere Dair

Bu yazının pekçok başlığı olabilirdi. "Yeniler ve eskiler" gibi. Ya da, "geçebilen, geçmeyi bilen, gemiş zamanlar." Bak şu da mümkün, "Eskimeye mahkum yeni yıllar." Vesaire vesaire... Dolayısıyla, hangisini seçersem seçiyim hepsine de farklı bir giriş cümlesi belirecekti zihnimde. Fakat ben her tanımlanamayan (ya da çok fazla tanımı olan) ŞEYDE olduğu gibi "Birşeylere dair" başlığını seçtim. Başlıkların kesişim noktaları "zaman" olduğu için yazının gerisi de şöyle geldi. Bakalım Han'ım nasıl gelmiş...

Geçen sene bu zamanlar yalnızlığımı kemiriyordum. Halbuki o gün de yeni bir yıla girmek üzereydik. Lakin benim için yeni birşey yoktu. Dürbünün ayarlarıyla oynayarak daha eskilere bir göz atıyorum. Düşünüyorum da; benim çoktaaan deprosyana girmem, hatta oradan hiç çıkmamam, çıksam bile kapıyı aralık bırakmam gerekiyormuş. Buna müsait bir yapımın olduğunu yeni farkettim çünkü. Şimdiye kadar iyi bile dayanmışım. Sanırım helalinden bir plaketi hak ettim.
Şu soruyu sormazsam kendime haksızlık etmiş olurum sanırım. "Peki abi sen hiç mi mutlu olmadın?" Oldum. Elbette ve kesinlikle çok mutlu olduğum anlar oldu. Fakat benim dürbünümün camı biraz buğulu olduğu için yin ve yangın beyaz renkleri daima griye çalıyor. Hatırlamaya çalışıyorum, mutlu olduğumu sandığım her günün akşamında veya sabahında bu durum yerini başka duygulara bırakıyor. Oldukça alacalı hisler bunlar. Yinyang falan hikaye...

Geçengün birden sosyalleşmeye karar verdim. Verdim çünkü boş bir anıma denk gelmişti. İnsanların benliğimde bıraktığı toksikler zamanla beni terk etmiş olacakki koruma kalkanlarımı (ön yargılarımı) devre dışı bırakarak yanlarına yaklaştım. Belki hata, belki başka bir şeydi yaptığım. Kim bilir. Ama hem faydasını hem zararını çok güzel gördüm. Densiz, çıkarcı, haddini bilmez, ayağını bastığı yeri Dünya'nın merkezi sanan insanlar bana unuttuğum birşeyleri hatırlattı.

"Bak evladım, burası Dünya. Bunlar da insanlar. Düyayı sayı doğrusunu andıran bir çizgiye benzetirsen, üzerindeki insanlarıda o doğrultu üzerinde dilediğin gibi sağa ve sola kaydırabilirsin. Aslında onlar kendileri kayarlar, sen buna müsade edersin. Ya bir insandan daha fazlası olurlar, ya da daha azı."

Az önceki sesi sizde duydunuz mu? Bu kesinlikle kitaplarımdan birinde doğmayı bekleyen bir karaktere aitti. Ben de henüz onunla tanışmadım. Umarım beni fazla bekletmez... Neyse biz konumuza dönelim. Dönmek demişken, tek dönen ve tek farkettiğimiz akrep ve yelkovanın dönüşü. Hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Yeni birşeylerin de olduğu pek yok aslında. Olduğu yerde daireler çizen bir yılan gibi durmaksızın dönüyor, hiç beklemediğim anlarda da ufak ısırıklar alıyor.

...Tüm bunlara rağmen yıllar ne de çabuk geçiyor. Geçmese de olurmuş aslında. En azından ara sıra bana da bir sorsaydı. Yavaşlasaydı... Hiç işte. Kurşun adres sormazmış derler.  Elbet bir gün gelir rövanşını alırım. Saçma oldu. Ve dahası sıkıldım. Halbuki bu yazıya çok değişik duygularla başlamıştım. Nedense birden yazma isteğim kayboldu. Fazla geç olmadan bu defteri, bı yılı, bu zamanı da kapatalım.


S  O  N

A.Kemal Ünsaçan
31•XII•14


Bir kabustan daha fazlası (e.y)

Bir şeylere ara vermek iyi olmuyor. Özellikle bir süre yazmayınca girizgah cümleleri ölüyor. Şuan içimden yazmak gelmiyor ama buna mecburum!

Bu sene yeniden okula başladım. Bu hafta sınavlarım vardı. Başlarda güzeldi ama dün herşey üstüste geldi. Sabah gözümü açtığımda kendimi Narnia'da gibi hissetmiştim. Heryer karlar altındaydı. Halbuki bir gün öncesinde okula kısa kollu tişörtle gitmiştim. Bu yüzden böylesine ani bir mevsimsel değişim beni epey şaşırttı. Fakat ben, o sabah, gün içinde başıma geleceklerden habersizce bardakların yarısını suyla doldurmakla meşguldüm. Çünkü uyandığım sabahın penceresi, bu dünyada ilk gözümü açtığım güne açılıyordu. Doğum günümdü yani. Kendi kendime dedimki; "Bak hertaraf krema olmuş, doğa sana doğum günü pastası hazırlamış." Şapşallığa bak. Ben hayata 1-0 yenik başlamışım haberim yok.

Neyse, ben kasedi biraz ileriye sarıyım. Son sınav akşam vaktine denk geliyordu. Ve kar hâlâ durmamıştı. Yapıştırdım kağıdı masaya, boyuna çiziyorum. Tam da bu sırada elektrikler gitmezmi. Zifiri karanlığın içinde kaldık. Hemen çıkardım tablet bilgisayarımı ve onun ışığında çizmeye başladım. Ama benim sınavım daha elektrik gitmeden çok önce düşüşe geçmişti. Kulağımıza öyle haberler heliyorduki, korkmaya başlamıştım. Sınav mınav hepsi silikleşti. Birisi geliyor, "Tüm kampüste elektirikler kesikmiş," diyor. Başka birisi, "Trafik çok kötü, çabuk bitirin," diyor. Nihayet bizim elektrikler de gidince bazı hocaların asansörde mahsur kaldıklarını öğreniyorum. Daha da kötüsü, aşağıya inebilmek için benim de o asansöre binmem gerektiği. Sınıf ikinci katta ve benim bunu hatırlamamla işlerin hepten sarpa sarması bir oldu. Kağıdıma baktığımda tabletin tüm gücüyle aydınlatmasına rağmen kararmış olduğunu gördüm. Bilmeyenler için söyleyim, sınav kağıdını temiz kullanmak bir içmamarlık öğrencisinin uyması gereken kuralların başında geliyor. En azından bizim okul böyle.

Sınav kağıdını elimden geldiğince parçalamamaya çalışarak hocaya teslim ettim. Yaklaşık yarım saat asansörün kapısında bekleyerek bomboş ve karanlık koridorları kabuslarla doldurdum. Elektrik geldiğinde aşağıya inerken hâlâ bir kâbusun içindeydim. Ya ben içindeyken de giderse? Şuan için harflarin oluşturduğu basit bir soru cümlesi gibi geliyor ama o zaman o harflerin yerinde karabasanlar vardı.

Daha buraya yazamadığım neler neler var. Sıkıntı 1 değilki. Bugün sınavlar bitti de biraz rahatladım. (Ama nedense RAHATLADIM yazarken bu kelime bana çok yabancı geliyor)
Tamam, sustum. Daha yazardım ama yazmayacağım. Düzeltmeler yapmadım ama şimdiden çok çocuksu gelmeye başladı. Sanırım yazmayı unutmuşum. Ya da hissettiğim duyguları tam olarak anlatamıyorum. Bu durum can sıkıcı olmaya başladığı için nokta koymak zorundayım.

NOT: e.y ertelenmiş yazılar oluyor. Aslında bu yazıyı bir ay önce yazmıştım ama girişte yazdığım gerekçeden ötürü bir türlü bloguma koyamamıştım. Daha fazla ertelemenin manası yok. Bundan sonra gelecek yazıma tüm yarım kalan veya yayınlanmamış yazılarımı koyup kurtulacağım.

2. NOT: Bahsi geçen sınavdan 85 aldığımı öğrenince kendimi Einstein gibi hissettiğim dedikodularına tek bir cevabım var. Kesinlikle öyle oldu :) 

S  O  N

A.Kemal Ünsaçan
26•XI•14


Bizimkiler ve Diğerleri

Uzun zamandır yazmak istiyordum fakat birtürlü üzerimdeki tembelliği atıpda yazamıyordum. Hikayelerimle bile istediğim gibi ilgilenemedim. Bu satırları yazarken dahi bir yanım hâlâ vazgeç diye diretiyor. Sanırım nasıl yazılacağını unuttum. Stephen King bunu çok güzel anlatmış. O kısa öyküler için bu örneği vermiş ama ben genelleme yapmakta bir sakınca görmüyorum. Yanlış hatırlamıyorsam şöyle diyordu; "Hayatta çoğu şey bisiklet sürmeye benzer, fakat kısa öykü yazmak öyle değildir. Sen onu bırakırsan o da seni bırakır." Dediğim gibi, ben yazmayı bırakınca o da beni bırakıyor. Bırakmasada yeniden başladığımda sihrini göstermekte biraz inat ediyor.

Şimdi yazdıkça yavaş yavaş o lezzeti alıyorum. Yazmak güzel şey. Çevremdeki her güzelliğin özünü emerek metne hapsedebileceğimi hissediyorum. Ben sizi görmüyorum, siz beni görmüyorsunuz. Şuan burada hava düne göre bulutlu ve çok basık. Bahçede öylece oturmuş kedileri izleyerek bunları yazıyorum. Aynı zamanda sebepsiz yere yavaşlamış internetimin sıkıntısını çekiyorum. Siz ne haldesiniz kim bilir. Şurası açık ki, siz şimdi bana göre gelecek zamandısınız. (Bu düşünce bana ait değil. Sahibi görse kızmaz umarım.) Bildiğim tek bir şey var. Bu yazı sayesinde farklı zaman dilimlerinden gelerek gerçekte olmayan ortak bir atmosforde buluşuyoruz. Yazmanın ve okumanın en güzel yanıda bu işte.


Çevremdeki güzellikler demiştim ya, bu yazımda "Bizimkiler" dediğim evcil hayvanlarımdan bahsedeceğim. Az önceki yazdıklarımsa kalemle hasret giderme bölümü olan "Diğerleri" oluyor. Motor ısındığına göre artık harekete geçebiliriz...
İlk başta, anneleri Nalan'ın bizim bahçeye bırakıp kaçtığı dört kediden başlayalım. Badem, Boncuk, Benekli ve Ginger. (Ginger benimki). Bizim bahçede doğdular. Anneleri önceleri biraz kıskanç davransada zamanla alıştılar. Bu alışma durumundan olsa gerek, bir kaç hafta sonra bize bıraktı gitti. Sevgimize ve ilgimize güvenmiş olmalı. Biz bu dört yavruya bakmaya devam ettik. Ama bazen çok can sıkıcı olabiliyorlar. Hikaye yazarken bir bakıyorum kafama çıkmaya çalışıyorlar, kucağıma gelip sürtünüyorlar. Bahçedeki çoğu zamanım, "Dur Boncuk, yapma Ginger, oraya gitme Badem," lerle geçiyor. En oyuncusu Ginger. Birkaç kez kuş yakamaya çalıştı, sonraysa sineklere ve karıncalara döndü. Bir keresinde sineğin biri bacağıma konmuş, haberim yokken onu yakalayacam derken tırnaklarını bana geçirmişti

Bu arada onlara tek alışan biz değiliz. Duman ve Çakır, yani köpeklerimiz de kedi kardeşleri hemen benimsedi. Pointer cinsi köpeğim Duman'dan daha önce bahsetmiştim. Kardeşi Çakır'a göre o daha sakin. Havaların soğuk olduğu zamanlarda bu dört yavru Duman'ın kucağında ve üstünde uyuyorlardı. Yan taraftaki resimde onların bu dostane hallerini görebilirsiniz. Kendileri de küçükken kedi yavrularıyla büyüdükleri için bu durumu yadırgamadılar sanırım. Yavrulardan birisi Çakır'ın yanına gidecek oldu, Duman hemen onu tutup kendisine çekti. Hayvanları anlamak çok zor. Mesela bahçeye yabancı bir kedi girecek olsa hemen onu uzaklaştırıyorlar. Ama yavrulara hiç ses çıkarmıyorlar. Her hayvanın farklı farklı karakterleri olduğunu onlarla içiçe olana kadar hiç bilmezdim.

İlk benekli kaçıp gitti bahçeden. Epey zaman sonrada Boncuk. En tatlıları ve en insan canılısı Boncuk'du aslında. Şu resimdeki akvaryuma bakan kedi Boncuk oluyor. Çoğu zaman evin içine girip gelirdi. Yazık oldu ona. Şimdi sadece Ginger ve Badem var.

Balıklarsa balık işte yüzmekten başka yaptıkları bir şey yok. Yalnızca renkleriyle insanların duygularına hitap ediyorlar. Kaplumbağaysa Don Carlione'ye özenmiş olmalı ki yemini ağzında puro gibi tutuyor. Resimdeki kardeşimin kaplumbağası. Benimkinin adı Dodo'ydu ve bir kaç hafta önce öldü. Geldiğinden beri neredeyse hiç yem yememişti zavallı. Sürekli kış uykusunda gibiydi, bir gün hiç uyanmadı.

Kuş Toto. Evin en küçük sakini. O da yavaş yavaş bize alışıyor. Resimde onu tweet atmaya çalışırken görüyoruz. (Bu resmi çektikten sonra gelip tabletime konmuştu. Sanırım bana kızdı.) Önceleri sürekli avizenin üstüne konardı, şimdiyse yerlerde gezinmeye başladı. Hatta geçen gün onun yüzünden Tabu oynayamadık. Piyonları ve kartları tutup kaçırmaya çalışıyordu. Uçmaya çalışırken hepsini darmadağın etmesi de cabası. Oyundaki şeyleri çizerken sürekli kalem ucuna saldırıyor ve koparıp bir güzel mideye indiriyor.






Henüz konuşmaya başlamasa da (Bu arada Toto muhabbet kuşu) çok sanat sever bir kuş kendisi. Nezaman tabletten sesli kitap açsam sesinin son tonunda ötmeye başlıyor. Kızıyor mu, eşlik mi ediyor anlamış değilim. Hatta bir ara avizeye çarptı ve bir süre korkudan hiç ses çıkarmadı. Hemen sesli kitap açtım, anında ötmeye başladı.  Kafesinde takılı olan oyuncaklar var. Onlarla bir baterist edasıyla oynuyor. Önce zillere vuruyor, sonra eğilip gagasıyla renkli topları tıktıklıyor. Bazende hem gagasıyla zillere vuruyor, hemde ayaklarıyla toplara vuruyor. Arasırada bidbox yapar gibi sesler çıkarıyor. Görmeniz lazım.

Böyle işte. Hayvanlarla vakit geçirmek yazmak kadar güzel olmasada ona yakın bir şey. Epeydir yazmak istiyordum, yazdım rahatladım. Şimdi bu yazıyı okumadan önce yaptığınız işe geri dönebilirsiniz. Ben de öyle yapacağım zaten...


A.Kemal Ünsaçan
15•VI•14


The Man From Earth

Bir insan kaç yıl yaşayabilir? Bu filmde anlatılan bilimsel gerçeklere göre organlarımız kendisini belli aralıklarla yenilediği için yüzlerce yıl yaşıyabilirmişiz. Ama yaşam koşulları (hava kirliliği, bozulan yiyecekler ve buna benzer diğer zorluklar vs,) yüzünden ömürlerimiz kısalıyormuş. John Oldman bu durumu biraz zorlamıştır ve bunun nasıl olduğunu kendisi de bilmemektedir. Çünkü yaklaşık olarak 14.000 yaşındadır. 35 yaşından sonra yaşlanması tamamen durmuştur. Bu yüzden hep seyahat halindedir ve bulunduğu yerlerde fazla durmamaya çalışmaktadır. Çünkü bazı yerlerde onun, çevresindekilerin ömürlerini emdiği düşünülmektedir.

Bunca uzun yaşama rağmen çok durağan bir film aslında. Baştan sona bir evin içinde geçiyor. Ama konusu hoşuma gitti. Bana biraz, çok öceden okuduğum Tom Robbins' in "Parfümün Dansı" isimli kitabını hatırlattı. İzlemek için izin bekiyorsanız gerekli izni veriyorum, izleyebilirsiniz. :)


A.Kemal Ünsaçan
15•VI•14




Gravity

"Vaav!" diyesi geliyor insanın. Nihayet benlik bir film. Ama izleyeli epey olduğu için aklıma pek bir şey gelmiyor. Harika bir film, eğer benim gibi uzayı seviyorsanız mutlaka izleyin. Baştan sona yerçekimsiz ortamda geçen, zaman zamansa ürküten izlenesi bir filmdir Gravity. Zaten aşağıdaki fragmana gözatarsanız içinizden bir ses, bu filmi izlemenizi isteyecektir. O sese güvenin. :)

A.Kemal Ünsaçan
21•II•14


Aynı Yıldızın Altında-John Green

Böyle yazarlar da varmış demekki, dedirten bir eser. Uzun zaman önce bir blogda görmüştüm bu kitabın tanıtımını. Ancak fırsat buldum okumak için.

Kitap, 16 yaşındaki Hazel isimli genç kızın akciğer kanseriyle mücadelesini konu almaktadır. Annesi onun depresyonda olduğunu düşünüp destek grubuna katılmasını ister. Orada kendisinden bir yaş büyük olan Gus ile tanışır. O da kanserdir. Bu yüzden bacaklarından biri ameliyatla alınmıştır. Bu iki genç, kitabın içindeki kurgusal bir kitapla birbirlerine bağlanır. Görkemli Izdırap, isimli kitap tam bir cümlenin yarısındayken bitmiştir. El ele vererek bu kitabın sonunu öğrenmek için Amsterdam'a, yazarın kapısına kadar giderler. Bu iki gencin (kelimenin tam anlamıyla) soluk kesen ve yer yer gülümsetip yer yer hüzünlendiren kitabına bayılacaksınız.

Yetersiz gördüğüm bazı yazarları okurken, "Biraz yana kay," diyesim geliyor. Öyle büyük boşluklar var ki, okurken dayanamayıp bazı yerleri kendim dolduruyorum. Bazılarınınsa nasıl başladığını anlayamadan bitiveriyor. Aynı yıldızın altında, kesinlikle ikinci sınıfa mensup. Hiç bir eksik ya da fazla görmedim. Hatta kitaptan alıntı yaparak, "Bir duyguyu ben daha hissetmeden önce hİssettiriyordu," diyebilirim. Dili çok sade. Hemen her cümlede bolca olan, "Filan v.s..." gibi şeylere rağmen yinede harikaydı. Okunulası bir kitap. Yakın zamanda filminin çıkacığını görünce sevindim. Ama fragmanını izleyince, "Kusura bakmayın ama daha iyisini yapabilirdiniz," diyesim geldi.



A.Kemal Ünsaçan 
21•II•14


ARKA KAPAK


Jumanji

Çok sevdiğin bir filmi unutupta ilk defa izler gibi yeniden izlemek çok güzel oluyormuş. Çocukluğumdan hatıralar diyebileceğim bir kaç film var. Bunlardan bir tanesi "Frekans"dı. Daha önce bloğumda tanıtmıştım. Gerçi toplamda kaç tane var bilmiyorum, izledikçe hatırlıyorum. Ama fazla olmasa gerek. Dün televizyonda "Jumanji" vardı. 1995 yapımı bu filmi belki sizde hatırlarsınız. Fantastik ve macera türünde harika bir filmdir, Jumanji. İsmi dışında çoğu yeri unutmuşum. Sanki ilk defa izlermiş gibi izledim. Çok güzel bir filmdi. Bir nevi çocukluğuma dönmüş oldum. :)

Babasının fabrikasının önünde kötü çocuklar Alan'ın bisikltini kaçırmıştır. Bunun üzeine Alan, ortalıkta sinirli sinirli dolaşırken yakınlardaki bir inşaattan gelen garip sesler işitir.Yetişkin halini Robin Williams'ın oynadığı Allan Parrish çok garip davul sesleri duymaktadır. Hemen sesin geldiği yere doğru gider. Toprağı biraz kazdıktan sonra bir kutu bulur. Kutunun içindeyse bir oyun vardır. İnşaatta çalışanların daha fazla dikkatini çekmemek için oyunu alıp hızla oradan uzaklaşır.

Allan'in ailesiyle de arası pek iyi değildir. Onu uzak bir okula göndermek isterler. Bunun üzerine Alan, herkesden habersiz tam evden kaçacakken Sarah Whittle isimli bir arkadaşı gelir. Elinde diğer çocukların gündüz kaçırdığı bisikleti vardır. Sarah'ın da davul seslerini duymasıyla meraklanıp içeri girerler ve oyuna başlarlar. Her zar atıldığında taşlar kendiliğinden ilerler ve her adımda oyunun ortasındaki tümsek siyah camda yeşil kelimeler belirir. Orada yazan her şey başlarına gelmektedir. Bir kaç adım sonra Alan Parrish oyunun içine hapsolur. Bunun üzerine çok korkan Sarah hemen oradan kaçar. Alan'ın gizemli kayboluşu üzerine babasının onu öldürdüğü düşünülür.

Aradan yirmi altı yıl geçmiştir. Ev başka bir aile tarafından satın alınır. Peter ve Nora Shepherd kardeşler teyzeleriyle birlikte Alan'ın kaybolduğu eve taşınırlar. Peter ve Nora'nın ailesi ölmüştür, o yüzden teyzeleriyle yaşamaktadırlar. İki çocuk çatıdan gelen davul seslerini duyunca keşfe çıkarlar. Kısa sürede onlar da Jumanji'yi keşfeder. Başlarına gelen bir kaç garip olaydan sonra Alan Parrish yirmi altı yıl sonra yaşlanmış olarak geri döner. Alan oyunu yeniden oynamak istemese de buna mecburdurlar. Jumanji başlamıştır ve her şeyin eski hale dönmesi için oyunculardan birisinin kazanması gerekmektedir. Çünkü daha şimdiden şehri dev sinekler ve maymunlar basmıştır. Yatak odasındaysa bir arslan yatmaktadır.

Bunlar yetmezmiş gibi birde Sarah Whittle'ı bulmaları gerekmektedir. Çünkü yirmi altı yıl önce oyunda o da vardır. Neticesinde oyunun da yardımıyla şehrin altını üstüne getirirler. Eğer izlemediyseniz bence kesinlikle izlemelisiniz.

Filmden sonra yapımcısının ve senaristinin kim olduğu hakkında biraz araştırma yaptım. Jumanji, Chris Van Allsburg isimli bir yazarın aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmış. Bu kez yazarı araştırdım. Yirmi iki tane kitabı varmış ama türkçeye çevrilmiş fazla kitabı yok sanırım. D&R ve Kitapyurdu'nda sadece "Kutup Ekspresi" var. (O da harika bir animasyon filmdir.) Buna biraz üzüldüm. Keşke daha fazlasını çevirmiş olsalardı. Böyle harika bir yazarın bulabilirsem diğer kitaplarını da okumaya çalışacağım. Size iyi seyirler ve iyi okumalar.


A.Kemal Ünsaçan
28•I•14



Sorular (?)




Dünya'yı gezmek gibi bir hayalim vardı. Ama bu gidişle seyahat bavuluna bir de çelik yelek koymam gerekecek. "Dünya hali," dedikleri şey bu olmasa gerek. Gerçekten bu hangi hal? Dahası, gelecek zaman geçmiş zaman olduğunda bizi nasıl bir Dünya bekliyor olacak. Merak edesim geliyor; sular akacak, Güneş parlayacak mı? Eskisi gibi parlasa bile eski değeri kalacak mı? Ay mesela, günün birinde ufkun solundan kalkıp medcezir kabiliyetini nehirlere değil de şehirlere yöneltir mi? Peki o zaman ne olur, kıpkızıl kan mı kesilir müşfik Ay'ımız? Tıpkı sünger gibi kirlenmiş caddelerin kanını çeker mi kendine? Bu soruları çok merak ediyorum. Sonraysa boş ver, her şey olacağına varır diyorum. Doğru mu yapıyorum, onu da bilmiyorum. Herkes kendi kişisel  doğrularını yaptıkça yanlışlar denizinde boğulur muyuz? Şimdi de aklıma böyle bir soru geldi bak. Sorular sorular. Kısır bilmecelerim cevaba hasret.

Bütün bunlar başlamazdan evvel, Kabil Habil'i henüz öldürmemişken; hani diyorum ki, ilk insan ben olsaydım eğer, (yalnızca bir fikir) bütün insanlığı toptan evlatlıktan reddeder miydim (Bu da bir soru). Kader değişmez bir gerçek, her şey olacağına varır, ama en azından benim vicdanım rahat olurdu.

A.Kemal Ünsaçan
17•I•14


Fotoğraf: http://www.beautifulwallpapers.com/ipad-future-world.shtml