Kaderi görebilir miyiz?

Herşey kadere dahil! Herşey kaderin içinde! Herşey kaderden!

Önceki yazımda kısa bir bahis açmıştım. Bu yazıyı bir yıl önce yazmaya başlayacaktım ama bir türlü cesaret edememiştim. Uzun zaman kafamda döndü durdu fakat kağıda dökülmeye pek yanaşmadı. Sanırım şimdi sırası geldi. Peki neden şimdi, şu gün? Çünkü dün birkez daha kadere şahit oldum...

Evet, kadere şahit olmak diyebiliriz buna. Peki sen kader nedir bilir misin? İstikametti belirlenmiş çelikten bir çizgi. Tek yol, tek yön, tek çıkış...
Öyle durumlar geliyorki insanın başına, kaderin mükemmel işleyişine şaşıp kalıyor. Olayların uyumuna hayretle bakıyor. Bu uyum, ya altın oranın soyut bir tezahürü, ya da ondan daha mükemmel başka bir düzen. Bilinemez... Anlatacaklarımı tam tahayyül edemediğim için doğru kelimeleri birtürlü bulamıyorum. (Anlaşılan bir yıl yetmemiş kafamdakilerin olgunlaşmasına) Nasıl desem, teşbihte hata olmaz derler ya, rüya gibi birşey işte. Herşey aynı bilincin ürünü. Kuklamsı karakterlerin birbirine benzeşen eylemleri...
Yok, böyle olmadı, sevmedim. Daha somut şeylerden örnek verecek olursam; bal peteklerinin mükemmel dengesinden tutun, gezegenlerin hassas çekim kuvvatine kadar. Ya da insan bedenindeki makinelerin ritmik çalışmasına kadar. Benzetmelerin ucu açık. Aklınıza gelebilecek herşeyin (aklınızın dahi) yaratıcısı tek ve yüce Allah olduğu için herşey böylesine düzen içerisinde.

Bu uyumu olaylara yansıttığımızda da aynı etkiyi görmek mümkün. Aslında doğru kelime "girift" Herşey içiçe ama kesinlikle kaotik değil. Mesela, uç bir örnek veriyorum, yolda giderken cebine bir taş koyuyorsun ve gün geliyor o taş senin hayatını kurtarıyor. Nasıl oluyor demeyin, bir şekilde oluyor işte. Küçücük bir taşın bile kader çarkında rolü var. İşleyişi öyle. Basit, ama bir o kadarda inanılmaz.

Kısacası, keyfimizce yaşıyoruz ama herşey kaderderde yazılı. Biz sadece yeniden keşfediyoruz. Kısıtlı irademiz sadece yoldaki taşları oynatmaya yetiyor. Ve aslında o taşların kaderinde de yerinden oynamak var. Hiçbirşey rastlantı veya yeniden yazılıyor değil. Esasen tüm taşların devinimi aklımızın alamayacağı bir dengeye sahip.
Yapamıyorum... Belkide ilk kez böyle zorlanıyorum.

Başka nasıl anlatsam... İşlerin yolunda gitmesi için sürekli çabalıyorsun değil mi? Yürümeye başladığın andan itibaren amacın bu oldu. Sadece duruma göre bu amaç farklı şekillere bürünüyor, ama odak ve ufuk aynı. Durmadan koşuyorsun. Bazen yoldunda duran, seni tökezletebilecek engelleri hiç ummadığın şekilde aştığını farkediyorsun. Ve bu kesinlikle senin iraden dışında gerçeklişiyor. Sen kendi aklınla onu yoldan kaldırmak istesen belkide yapman imkansız veya çok zordu. Ama bir şekilde aşıyorsun işte, öyle veya böyle. Hemde hiç beklemediğin bir anda ve en mükemmel şekliyle. Sen kendi iradenle aşmaya kalksan belki olmayacak. Düşeceksin veya başka bişey olacak.
Yada karşına engel sandığın bir duvar çıkıyor. Yıkmak için yırtınıyorsun. Onu parçalamazsan yoluna devam edemezsin sanıyorsun. O duvarın, senin için nelere kalkan olduğunu, seni nelerden koruduğunu göremiyorsunki. Kaderi göremedeğin için düşman bilmişsin bikere. Sonra açıyorsun müziğin sesini, yatağa uzanıp isyanına ortak oluyorsun. "Kahpe felek sana nettim neyledim..." Ne büyük saçmalık.

Benim başıma çok geldi. Bir kaç kez kaderi görmeye çok yaklaştığım için (!) bazen durup düşünüyorum. Özellikle anlam veremediğim bir durumla karşılaştığımda. "Bu da kadere dahil, ama ben şimdilik göremiyorum," diyorum. (Bunu hep yapabilsem ne güzel olurdu) Göremediğim durumlarda ise şöyle oluyor. Mezuniyet törenine katılacaksın, ama nasıl? Listede adım bile yok. Kep ve cüppe almamışım. Sahnenin ve salonun durumunu bilmiyorum vesaire vesaire... Sonra bir rüzgar esiyor, herşey bitmiş, sahnedesin. Tabii bukadar basit olmadı, çok fazla nüans var. Lakin her detayı anlatıp konuyu saptırmak istemiyorum. Neticesinde herşey, benim beklediğim kasırga zorluğundan, tahmin bile edemediğim rüzgar kolaylığında gerçekleşti. Kader diyorsun ama öncesinde bu noktayı görememişsin. Aklıma başka örnekler de geliyor ama en belirgini buydu.
Birde şunlar var; İçiçe geçmiş koridorlarda bir oda arıyorum, daha önce hiç gitmemişim bilmiyorum, bodrum katındayım etrafta kimse yok, rastgele ilerliyorum (tabii bana göre rastgele, kaderi henüz görememişim ya) ve bir anda sol tarafımdan bir kapı açılıyor; aradığım yer karşıma çıkıyor. Bunlar benzetme değil gerçek... Birisi ile acilen görüşmem gerek, sanki her iş benim için ayarlanmış gibi tam kapıdan çıkarken yakalıyorum onu. Ve sonra diğerini de aynı şekilde... Sınava giriyorsun, sorular senin çok iyi bildiğin bi konudan çıkıyor. Ya da tek çalıştığın konudan... Neyse fazla uzatmayalım.
Düşündükçe örnekler çoğalıyor ama bence bukadarı kâfi. Demem o ki; Kaderde ilerliyorsun ve önünde bazı köşe taşları var. Senin bunları geçip geçemeyeceğin önceden biliniyor, sadece onlara ulaşman gerek. Yol ayrımlarında neyi seçersen seç, akıbetin yazılı, istikameti değiştiremezsin. Doğru yolu bulabilmek için sadece gayret etmen gerekiyor. Ve asla kendi başına da değilsin. Gayeretin neticesinde çarklar öyle bir dönüyorki...

Ama kesinlikle demiyorum, "Sen şöyle geç, ön koltuğa otur, kapa gözlerini ve hayatın tadını çıkar. Nasıl olsa kader seni son durağa kadar götürecek" diye. Sadece nezaman ne olacağı biliniyor diyorum. O sonuca kendi hür iradenle ulaşacak olan sensin. Eve istediğin yoldan gitmekte özgürsün dostum. Demek istediğimle bunu karıştırma, çok ayrı şeyler.

Kaderi önceden görebilseydik tabii ki çok güzel olurdu. Bize sadece yaşamak kalırdı. Kalp huzurlu, gönül rahat, yersiz karamsarlıklardan uzak, sessiz ve sakin... Ama korkarım o zamanda sınanmanın bir manası kalmazdı. Dünya'ya gelişimizin amacı kaybolurdu,  İstikametimiz ve akıbetimiz çok önceden biliniyor. Allah, bizim sadece sabretmemizi bekliyor. Bir nimete kavuştuğumuzda ise şükretmemizi. Herşey kadere dahil! Herşey kaderin içinde! Herşey kaderden! Biz ise, yaşayıp sonucunu görmeliyiz. Hiçbirşeyin rastgele olmadığını, herşeyin bir sebebi (veya kaderi) olduğunu bilmeliyiz.

Peki, buraya kadar, muhteşem ve eksiksiz işleyen bir makinenin portresini çizdiğimi düşünüyorum. Eğer beceremedimse, siz maksadımı öğrendiğinize göre kalanını kendiniz hayal edeverin ve beni tamamlayın. 
Şimdi makine müthiş. Fakat bu makine nasıl çalışıyor? Bana öyle geliyor ve kuvvetle muhtemel ki cevap dua. 
Üzgünüm, fazlası dileme gelmiyor.

Ama yaşamak gerçekten çok zor, böylesi ise daha kolay...



S  O  N

A.Kemal Ünsaçan
05•IX•17


Yaşamdaki Güncellemeler veya Şimdiki Zaman


...Galiba yoruldum,
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar,
Kendime kalbimi kanıtlamaktan,
Ve kanıtladığıma kendimi inandırmaktan,
Ve dahası kocaman bir sahada tek başına koşmaktan yoruldum... 

Can Yücel'in şiiriyle başlamak konumuza olmasa bile şuanki ruh halime çok uygun düşüyor. Bu sayede kendimi daha iyi özetlemiş olduğumu hissediyor ve rahatlıyorum. Özellikle son mısrayı vurgulayarak, altını çizerek, kalınlaştırarak... Bu zorunluluğun ve tüm zorlukların yorgunluğu yordu beni. Paslanmışım... Normalde bir çırpıda doğması gereken başlığın üzerinde uzun süre tepindim. Sırf bu yüzden denememin; tasarladığım kadar uzun, arzuladığım kadar güzel olmayacağı aşikar. Öyleyse hemen başlayalım.

Mevsim yaz, havalar hem serin hem sıcak, yağışlı ve ben mezunum. Okul biteli iki ay anca olmuştur. Garip bir fırtınanın içerisindeyim, herşeyin havada olduğu. Tüm düşünceler, fikirler, doğrular, yargılar, yanlışlar, planlar, hayaller, beklentiler, arzular... Amaçlar... pişmanlıklar...  Gözgözü görmek şöyle dursun, akıl bu fırtınada doğduğu güne hayretle bakıp çıldırmamayı umuyor. Yıkılmış taştan bir kalenin hortuma kapılmış parçaları gibi birbirine çarpıp birbirinden uzaklaşıyor tüm düşüncelerim. Rüzgar deli... Bulutlar bulanık... Karanlık kavi... Ya da okyanusta bir kasırganın içinde. Bir yelkenlinin spiraller çizen döngüye ilerlemesi gibi herşey. Kafamın içndekiler, hayallerim, yaşadıklarım... Abartıyı severim. Metaforlara baş vurmadan anlatmam da imkansız. Yoksa gerçeklik daha sıkı sarıyor benliğimizi. Soyutluk herzaman iyidir.

Eskilerden bi arkadaşım, dipsiz bir tünelin içinde olduğunu söylemişti. Zamanın birinde. Karşıdan gelen ışığın kurtuluş mu, yoksa trenin ışığımı olduğunu bilmiyordu. Ve bu bilinmezlik onu korkuya hapsetmişti. Neticede tünelden kurtuldu. Ama şimdi o tren peşinden geliyor. Kaçmak zorunda, dursa olmaz... Merak ediyorum, acaba benim tünelim kaç metre uzunlukta, kaç düşünce karanlığında ve kaç duygu boşluğunda. Kestirmek imkansız. Daha tünelin nersindeyim onu bile bilmiyorum, belki de daireler çiziyorum. Heryer karanlık.

Duygularım, metaforlarım ve onlardan geriye kalan herşey bir kara delkte emilmişcesine inceliyor. Birbirne karışıyor... Taneciklere ayrılıyor... Farklı bir zaman ve boyuta püskürmeden önce beyaz bir şarkı olup üstüme yağıyor... Her zerreyle belki tek tek mücadele edebilirim. Merceksiz bakıldığında bile önemsiz şeyler. Ama birleştiklerinde mesele halini alıyorlar. Küçük Prens'in gezegenini kaplayan baobap ağaçları gibi... Savaşımın rengi bin ayrı tonda. Her gün artıyor, bölünüyor, çoğalıyor. Yenileri ekleniyor, bitmiyor.

Tüm bunlara rağmen dışarıdan bakıldığında basbayağı mutlu görünüyormuşum. Başka bir arkadaşım, iç huzuruna nasıl ulaştığımı sormuştu. Çağımızdan uzak bi soyutlukta nasıl yaşadığımı ima etmiş olmalı. Sadece şaşırdım. Yaşamın tekilliği içerisinde öyle bişeyi yakaladığımı veya nasıl ulaştığımı bilmiyordum. İçimde eksi ve artılar hep içiçe oldu. Ben sadece kimi zaman birinin sesini kıstım, diğerini yüskselttim. Kimi zamansa kendimi müziğin ritmine bıraktım. Sussalar olmaz... "Belki bu hâlin fizyolojik, psikolojik filân izahı vardır." demiş Nazım Hikmet Ran. Katılıyorum...

İlk paragraftaki kadar yorgun değilim şimdi. Güneş çıktı. Kalbim bitkin düşsede ruhum rahvan ilerliyor. Yazmak iyi geldi. Garip bir sessizlik var şimdi, zihnimdeki iniltilerin üstünü örten. Tahayyüllerim başka merkezli artık. Yaklaşık bir yıl önce planladığım bir yazı vardı. Yukardakiyle tabana tabana zıt. Birtürlü cesaretimi toplayıp başlayamadığım bir çeşit ilaç. Belki yakında onu yazar ve paylaşırım. Yaşam iksiri gibi bişeyler olur.


S  O  N

A.Kemal Ünsaçan
07•VIII•17


SON

Düpedüz yorgunluk işte bu. Bir projenin, bir dönemin, bir senenin, bir okulun ve sekiz yılın..  Artık kitap okumak, film izlemek, oyun oynamak, yazmak, yolculuklarla uzaklaşmak, kaybolmak ve kendimi yeniden bulmak istiyorum. Herkesden ve herşeyden uzakta... Sonra durulmak, kendimi yeniden bulmak, bıraktığım yerden yaşamak ve hayatın içinde kaybolmak istiyorum. Sıradanlığa kapılmadan ama olması gerektiği gibi. Monoton ama esrimelerle dolu. Özümseyerek veya gülümseyerek... Çok karmaşık olan hayatı ince bir süzgeç altında yaşamak istiyorum. Basit şeylerden zevk almak, onlar için saatler harcamak, sonra herşeyi yeniden başlatmak...

Üstteki yazıyı bir hafta önce derslerden sıkılınca yazmıştım. Şimdi kafam daha bulanık ve sisli. İki gün öncesiyle aynı ruhta mıyım bilmiyorum. Şimdiki hava daha farklı. Garip, sıkılgan. Çarşamba günü son jüri de bitti. İçimde garip bir boşluk var. Alışmışım bu maratona, verdiği yorgunluklara, heyecana... Nasıl dolduracağımı bilmiyorum. Dün odamı toplarken fark ettim, çoğu şeyi bir dahaki makede kullanırım diye boş yere saklamışım...
Okul bitti! Bir dönem, bıraktığım yerden sürdürmek istediğim, her duamın içine aldığım okulum...  Sanki şimdi, bitti derken "öldü!" der gibiyim. Birbirine karışıyor ve hangisi olduğunu seçemiyorum. Taksit taksit okuduğum için üzülemiyorum da. Sevinmek? Sanmam. Sonu olan şeyler üzücü oluyor... 
2009'da başladı üniversite, 2017'de bitti.  Altı yaşında başladığım süreç yirmi altı yaşında sonlandı. Garip duygular içerisindeyim.


S  O  N

A.Kemal Ünsaçan
09•VI•17