Papillon(Kelebek)- Henri Charriere

Bu film bir kitaptan, kitap ise yaşanmış bir hayat hikayesinden alınmış. Kitabını okuyalı epey olmuştu ama filmini yeni izledim. Şimdi size vazgeçilmezlerim arasında yer alan bu eseri tanıtacağım.

Kelebek, Henri Charriere kendi başından geçenleri yazmış olduğu otobiyografi romanı. Kitapta ve filmde İsmi hiç geçmiyor. Göğsünde kelebek dövmesi olduğu için herkes onu kelebek olarak tanıyor. Kelebek, oyuna getirilir ve hiç işlemediği bir suçtan dolayı hüküm giyer. Cinayetle suçlanmaktadır ve müebbet hapse mahkum edilir. Bunun üzerine Üç adadan oluşan bir hapishaneye gönderilir. Kelebek, kendisi için verilen hükmü kabullenmediği için kaçmayı kafasına koymuştur. Bu uğurda hapishanede tanıştığı çok dostunu kaybeder. Rüşvetçi gardiyanların ve diğer mahkumların zaman zaman oyununa gelir. Hikaye sekiz yıllık bir zaman diliminde geçtiği için bir kaç kez kaçma girişiminde bulunur. Bu denemelerin iki tanesi başarılı olur. İlk kaçışında uzun süre kızılderililerin yanında yaşar. Daha sonra anlaşma yaptığı sahtekar insanlar onu yine aldatır ve tekrar tutuklanır. Bu kez cezası daha ağırdır. İnsan yüzü görmeden, zaman zaman ışığı bile göremeden yaşayacağı beş adımlık hücreye atılır. Ve beş yılı da bu yerde geçer. Benim en çok etkilendiğim sahne, son kaçışı olmuştu. Filmde kendi başına kaçıyor ama kitapta yanında bir dostu da vardı. Hindistan Cevizlerinden sal yapıp günlerce okyanusta yüzüyorlar. O bölümü öyle güzel yazmış ki Henri Charriere, okurken kendimi sürekli olarak okyanusta, Kelebek'in yanında hissetmiştim. Okuduğum çoğu kitap gibi bunun sonunda da çok üzülmüştüm. İsterseniz daha fazla anlatmayım. :)

Benim en çok etkilendiğim, her yönüyle mükemmel diyebileceğim bir eser. Hatta, blogumda kitap tanıtımı yapmaya başladığımda; Kelebek ile başlamalıyım diye uzun süre düşündüğüm ama bazı yerlerini hatırlayamadığım bir kitap. Tanıtımına filmini de izlediğim için karar verdim. Tabi doğal olarak filmde bazı olaylar değiştirilmiş. Her şeye rağmen güzeldi. Yıllar önce kitabı okurken gözümde canlandırdıklarımla film büyük ölçüde örtüşüyor. Eski bir film, eski bir kitap. Herkese tavsiye ediyorum, eminim siz de beğeneceksiniz. Çok eski dedim ya (1968), belki bu kitabı önceden okumuşsunuzdur. Ama olsun, blogumda bu kitabında bir yeri olsun. Benden bir tavsiye, ilk defa duyuyorsanız filmi izlemek yerine önce kitabını okuyun. Bırakın filmi sizin hayal ettiğiniz oyuncularla beyniniz yönetsin. Daha sonra filmini de izleyebilirsiniz. İyi okumalar.. :)


A.Kemal Ünsaçan 
15•VII•13 


Kireç Taşı

























Bu günceye ilk başladığımda, taşınmak üzere olduğumuzu söylemiştim. Hatta ilk taşı da o evde eklemiştim bloğuma. (Yazıma buradan ulaşabilirsiniz.) Düşüncem şuydu, hemen ertesi gün, taşındığımız evin oradan da bir taş alıp onu da paylaşmaktı. Gelin görün ki, taşınma telaşı her şeyi unutturdu. Yeni bir ev, yeni insanlar ve yeni bir hayat, gibi şeylere dalınca unutmuşum :(

Ama ben bu işe başladığımda aşırı gelişmiş bilinçaltımı hesaba katmamıştım. Ben unutsam o unutmuyor. Dün gece bir rüya gördüm. Taşsızlık canıma tak etmiş olacak ki çıkmışım sokaklara, yerlerden taş topluyorum. Bulduklarım hala çok net hatırımda. İlk bulduğum (kreç taşıydı sanırım) minyatür bir kola şişesi şeklindeydi. Hani şu küçük cam olanlar varya, işte onlardan. Ama onun epey küçüğü, çakmak boyutlarında diyebilirim. Uzun süre baktım taşa. Bir yandan da düşünüyorum, "İşte tam bloğum için bir taş," diye. Sonra ilerlemeye devam ederken taşın o gözenekli hali kaybolup cama dönüştü. Hatta üzerinde markası da çıkınca hemen yere attım. Yerler taş doluydu ama hiç birini beğenmedim. Neticede bir tane daha buldum. Şeklini tam hatırlamıyorum ama güzel bir şekli olduğunu düşünmüştüm. Krem rengi bir şeydi. Eski taşım kola şişesine dönüştüğü için yeni bulduğum taşa daha dikkatli baktım. "Kesin bir hayvanın kemiğidir," diyerek o taşı da yere attım.

Çok geçmeden bir taş daha. Kakaolu kurabiyeler olur ya, çiçek şeklinde filan. İşte aynı o kurabiyenin renginde ve şeklinde taş. Sanırım onu da bir duvardan sökmüşler, çünkü uzerinde de mor renkli mozaik taşı duruyordu. Ama o taşı çok beğenmiştim. Hemen eve gidip yazımı hazırlamayı düşündüm. Yoldayken başlamıştım hatta yazımın ana hatlarını oluşturmaya. 

Sonra  bir taş daha gördüm. Yusyuvarlak, bembeyaz ve irice bir taş. İnci gibi parlıyordu. Papatya şeklindeki taşı bırakıp inci şeklindeki taşı alacaktım. Çünkü papatya taşım, taş bile değildi. Ama inci taşım öyleydi, doğal bir taştı. Kimseye farkettirmeden  ilerlerken biri çıktı ve yerden almayı düşündüğüm inci şeklindeki taşa bir tekme vurdu, taş savruldu gitti. Öylece kalakaldım. Ne aradım, ne de taşı tekmeleyen çocuğa kızdım. Papatya taşımı avucumda sıkarak eve doğru ilerledim. Artık o taşı bırakmamak için avucumu hiç açmadım. Yolumun üstümde kavgalar çıktı, insanlar silahlarıyla birbirlerine ateş ettiler, her yerden mermiler yağıyordu, ama ben taşımı bırakmadım. Baya karışı bir rüya sizin anlayacağınız :)

Gözümü bir açtım ki, hepsi rüyaymış. Zaten ne demişler, "güzel bir rüya kadar kötü bir şey yoktur." Uyanır uyanmaz bilinçaltıma hatırlatmalarından ötürü teşekkür etmeyi ihmal etmedim. Ve ilk iş olarak taş bulmaya karar verdim. 

18•VII•13 - (07:41)


Resimdeki taşın hayat hikayesi rüyamdakilerden çok daha ilginç. Dışarıya çıktım, yarım saat çevrede dolaştım ama güzel bir taş bulamadım. Sonra babama rüyamı anlatırken kola şişesinin malzemesini anlatıyordum ki bana bir taşdan bahsetti. Bir kaç gün önce görmüştüm babamın bahsettiği taşı. Kim bilir kaç yüzyıllıktır. Bu taşı bize anneannem vermiş. Nereden geldiğini o da bilmiyormuş. Dediğine göre o doğmadan önce de bu delikli taş kapılarının üstünde asılıymış. Daha sonra o taşı bize vermiş ama ben yeni gördüm. İşte, bu evdeki ilk koleksiyon parçama da bu anlamlı taşla başlamaya karar verdim. Geleneksel yanı sayesinde de taş olmaktan çıkıp insanda başka duygular uyandırıyor. Gerçek (yukarıdaki resim) ve hatırladığım kadarıyla photoshop'da hazırladığım rüya taşlarım (aşağıdaki resimler) Üç aşağı beş yukarı böyleydi. Bu taşların hayat hikayesi de bu (Belki bir de "Rüya Güncesi" başlatmalıyım ha. :) ) Bu arada, herkese hayırlı ramazanlar.

A.Kemal Ünsaçan 
18•VII•13 - (10:00)



Le Tableau

Fransız yapımı bu film Türkçe'ye "Mutluluğa Boya Beni" olarak çevrilmiş. Filmin ismi ve konusu oldukça ilginç. Kesinlikle tavsiye edeceğim filmlerden. Animasyon olmasına rağmen her yaştan kişinin izleyip ders alması gereken bir film. İzlerken bazı yerleri de bana Küçük Prens'i anımsattı. 

Film, bir ressamın yarım bıraktığı bir tabloda geçmektedir. Resimde şato, orman ve göl resmedilmiştir. Tablo sakinlerinden boyaması tamamlanmış olanlar kendilerini üst sınıf olarak görürler ve boyaması tamamlanmamışları ve eskizleri sürekli dışlarlar. Resim de kast sistemi meydana gelmiştir. Boyaması tamamlanmışlar, yani tastamamlar şatoda yaşamaktadır. 

Ramo bir tastamamdır. Cleare isminde tamamlanmamış bir kıza aşıktır ve birbirlerini çok severler. Ama görüşmeleri kesinlikle yasaktır. Lola da bir yarımdır ve Cleare'nin arkadaşıdır. Eskiz olan Plume da, arkadaşının tastamamlar tarafından öldürüldüğünü öğrenince Ramo ve Lola'ya katıl. Amaçları ressamı bulmak ve yarım bıraktığı resimleri tamamlamasını istemektir. Kaza eseri kendi tablolarından çıkıp başka tablolarda gezmeye başlarlar. (İşte bu tablodan tabloya gezme kısmını benzetmiştim.) Gerçekten güzel ve ders verici bir film. Çizimleri ilk başlarda çocukca gelebilir ama siz izlemeye devam edin. Sizin de hoşunuza gidecek. Özellikle son sahnede Lola'nın ressamla yaptığı konuşma harika. "ŞİMDİ DE SENİ KİMİN ÇİZDİĞİNİ BULMAYA GİDİYORUM." 

A.Kemal Ünsaçan
08•VII•13


Çakıl Taşı Güncesi

11 yıl bitti be bu evde. Nihayet bu evdeki son gecemiz. Söylemiştim ya taşınıyoruz diye, işte o gün yarın oluyor. Yarın büyük gün. Yıllar nede çabuk geçiyor. Tabi doğal olarak nostalji ambalajı biraz büzünle kaplıdır. O yüzden taşınma işini çabuk geçiyorum. :)

Gideceğimiz yer şehir merkezinden biraz uzakta. Oradaki ev sayısı daha az, bu sayede geniş alanlar daha çok, insan sayısı daha az. Küçükken hafta sonları giderdik o eve. Hafta içinde okul olduğu için mecburen geri dönerdik. Ama ben okuldayken bile o evi, o evin çevresindeki boş arsaları ve oralardaki oyunlarımı, çevredeki çimenleri ve çimenlerin üstünde huzurla dolduğum zamanları düşünerek rahatlardım. Şimdi yeniden ve daimi olarak oraya gidiyoruz. Ne güzel değil mi? Belki yine çimenlere uzanırım. Gerçi şimdilerde o çevredeki ev sayısı da arttı ama olsun. En azından başımın belası apartmanlar yok, evlerin hepsi bahçeli ve en fazla iki buçuk katlı. 

Bu konudan ayrılıp, başlığın neden "Çakıl Taşı Güncesi" olduğunu açıklayayım. Yine küçükken yaz aylarında, Konya'da bir göl olan Beyşehir gölüne giderdik. Gölde kardeşimle birlikte yüzerken suyun içinden renkli taşlar ve midye kabukları toplardık. Kısa sürede harika taşlardan oluşan bir koleksiyonum oldu. Sonra, sadece gölden değil hoşuma giden her yerden toplamaya başladım. Şimdi düşününce sadece iki tanesini hatırlayabiliyorum. Bir tanesi büyük bir kalp şeklindeydi (hatta onu kırmızıya boyamıştım), diğeri de simsiyahdı ve biraz yontulursa dikdörtgenler prizmasına benzerdi. Gün geçtikçe renklerini kaybederlerdi. Hepsini tekrar tekrar yıkayarak eski güzel renklerine kavuştururdum. Yeniden hayat bulur ve nefes almaya başlarlardı benim gözümde. Hepside çok güzellerdi. Ama zamanla çoğunu kaybettim. Bir kısmını da su kaplumbağasının akvaryumuna koymuştum, onlarda orada gitti. 

Taşınma işleri sırasında çekmecemde o taşlardan bir tanesini buldum. Hiç bir özelliği ve güzelliği olmayan, üzerinde renkli iki çizgi barındıran basit bir taş. Üstelik nereden bulduğumu da hatırlamıyorum. Çekmecemde bulduğum sıradan minik taşım bana eskinin güzel günlerini anımsattı. O taşı muhtemelen gittiğim güzel bir yerde bulmuştum. Bu demek oluyor ki bulduğum bu taş, bana o günlerden gönderilmiş bir mektup niteliği taşıyor. Kaçınılmaz, bu mektup aynı zamanda içinde bulunduğumuz eve dair de bir anı da içeriyor.

Taş koleksiyonunu yapmaya başladığımda benden başka insanlarında bu koleksiyonu yaptıklarını bilmiyordum. Bir kaç film de ve kitapda bu koleksiyonu yapan insanları görünce heyecanlandım. Bu işin felsefesi bile varmış. Yanlış hatırlamıyorsam; Perihan Mağden'in "Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?" isimli kitabında, anne ve kız gittikleri yerlerden taşlar topluyorlar, o taşların yüzlerce yıldır çevrelerinde olup bitenlere şahitlik ettiğini söylüyorlardı. Ben de yeniden başlamaya karar verdim bu taş koleksiyonu işine. Tekrar başlayacağım ve bu sefer bulduğum taşlarında resmini çekip bloğuma koyacağım. Yapabilirsem o gün yaşadıklarımı, o an aklımdan geçenleri bir kaç cümle de olsa sizlerle paylaşacağım. Bu notların adı da "Çakıl Taşı Güncesi" olsun. Bu evde yazdığım son yazı da bunların ilki olsun :)

Not: Şimdi bu güncelerin ilkine de, çekmecemde bulduğum o taşın resmini koyarak başlıyorum. Eski koleksiyonumun anısına...


A.Kemal Ünsaçan
05•VII•13