Düşünceler Herşeyi Değiştirebilir

Hadi bir şeyler yazalım. Kainatta yeterince kelime olabilir, ziyanı yok. Benimkiler de eklenince kıyamet kopacak değil ya. Yazalım gitsin, şurada bir kenarda dursun. Uzun zamandır yazmadığım için söyleyeceklerim kısa sürebilir. Yine ziyanı yok. Hem ne demiş ünlü mimar Mies Van Der Rohe, "Less is more." Meal veriyorum; "Az çoktur." Saygıdeğer Mies sana sesleniyorum, eğer haklıysan bu makaleyi çok seveceğim.

Düşüceler herşeyi değiştirebilir, dedim. Dedim ama malayani ve makyajlı bir başlık değil bizimkisi. İnanarak söylüyorum. Aslında Dan Brown'ın kitaplarını okuduğum andan beri inanıyordum ama yakinen tecrübe edince daha bir inancım arttı.

Geçenlerde doğum günümdü. Sebebini bilmiyorum, nedense bu seneyi devriye hiç umrumda olmadı. Normelde bir hafta öncesinden sevinmeye başlardım. Kolay değil, hayat merdivenine bir adım daha atıyorsunuz. Yaşınız yeni bir rakam kazanıyor. Özlemle andığınız günlerle aranızdaki mesefa biraz daha açılıyor. İmkansızlıklar çoğalıyor, meseleler boyut değiştiriyor, vesaire vesaire. Uzun lafın kısası bunlar mühim şeyler. En azından bir "AN" dahi olsa iki yaş arasındaki beklemesiz çizgiden geçerken bunlardan bir kaçı düşünülmeli. Ders çıkarılmalı. Ser levha edilmeli.

Ama hayır, ben bu sene doğum günümde bunların hiç birini hissetmedim. Yeniden doğmuşum gibi oldum derler ya, işte onu da olmadım. (Ne alakaysa) Sıradan bir güne uyandım, aynı sıradanlıkla yoluma devam ettim. Olabilir. Bu durum, yani doğum gününün hafifliğini üstünde hissetmemek beni evrendeki tek insan yapmaz. Gayet nesnel bir his. Ama kafamı kurcalayan soru şu ki, bendeki bu halin beni tanıyan herkese nasıl ulaştığı. İşte bunu aklım almıyor. 

Hani herkesin ortak aile ferdi olan fil hafızalı facebook'umuz var ya. Bir de onun, bakıp bakıp içlendiğimiz, önceki sene aynı gün neler paylaştığını gösteren hüzünlü bir servisi var. Doğum günümde o bölümü açtım. Her yıl aşağı yukarı yirmi otuz kişi doğum günümü kutlamak için duvarıma yazmış. Hatırlıyorum, özelden mesaj atnlar da vardı. Hatta ve hatta, Whatsapp'dan yazanlar ve telefonla arayanlar vardı. Geç farkedenler ertesi gün mesaj atmıştı. 

Lakin bu sene hiç birisi olmadı. Ne bir mesaj, ne bir arama (ertesi gün gelen bir arama hariç). Yanlış anlamayın, bu durumdan şikayetçi değilim. O sabah ben bile kendi doğum günümü umursamadım. Şimdi sorarım size, neden böyle oldu? Bir iki, hatta beş on kişi olsa anlayacağım. Ama sıfır hiç de makul bir sayı değil. Sanki ortak bir karar almış gibi kimse mesaj atmadı.

Ortaya iki teori çıkıyor. Birincisi; duyarsız düşüncelerimle beni tanıyan, kapsama alanıma giren herkesi etkiledim ve bendeki duyarsızlık onlara da bulaştı. Kendimizi kandırmayalım, yirmi birinci yüzyılda bir şeyler kolay kolay unutulmuyor. Falanca gün filancanın doğum günü var diye sürekli uyarılar alıyoruz. O gün facebook'u açan herkes benim doğum günüm olduğunu gördü. Ama yazmadı. Neden? Çünkü beyinlerinin üst bölgesinde bir yerlerde suskunluk hakimdi. İçten içe, mesaj yazacakları kişinin doğum gününü önemsemediğini hissediyorlardı. Ama onlar bundan habersizdiler. Çünkü gelen mesaj başka bir düşünce sisteminden çıkıp kendilerine ulaşmıştı.

İkinci teori biraz gaddarca. Fazlasıyla da gerçekçi. Günümüz toplumuna yakışan bir bakış açısı. Sadece ipucu vermekle yetinmeyi düşünüyorum. Kendimi tutamayıp ipin sonuna kadar sizinle gelebilirim de.

Kırık cam teorisi diye bir şey var. Ne olduğunu derinlemesine anlatacak değilim. Merak eden bir diğer aile ferdimiz olan google'a sorabilir. Hatırlayabildiğim kadarıyla ana fikir şu; Ahlaki değerleri yüksek bir toplumda sağlam bir cama bir kişi taş fırlatmış. Ondan sonra oradan geçen herkes taş fırlatmayı sürdürmüş. Ben de şöyle düşünüyorum, geçen senelerde ilk... Neyse, gerisini siz getirin. Merak etmeyin, size gücenmedim. Hepinize selam olsun. Söz yine fazla uzadı. Umarım Mies de bana gücenmemiştir.


S  O  N

A.Kemal Ünsaçan
06•XII•15


Bayram Mayram

Her evde bir akran bulan çocukların tek hecelik oyunlarının ismidir, bayram. Hüzün kokar ve şekerle tatlandırılır. Yıllar sonrasının "Nerede o eski bayramları" her misafirlikten tek tek toplanır. Ve biraz da yetişkince sohbetlerin içinde beliren eski arsaların adıdır. O arsalara çıkan dairelerin, o dairelerden gelecek paraların, o paralarla gerçekleştirecek hayallerin...
Kolonya tutulur. Falancanın kızı, filancanın oğluna layık görülür. Gümüşi tepsilerde şeker ikram edilir. Dedikodular layıkıyla eda edilir. Kahve içilir. Bozulan işler dolar ve yuronun ihanetine bağlanır. Ağaran saçlardan kekremsi espriler devşirilir. Çocukluklar özlemle yad edilir.

Bayramlar acıdır, acıtır; Çünkü ilk defa görülen "Akrabalarla" tanışılır. Yedi inç tabletli çocuklar dedelerinin ellerindeki hayat çizgilerinden öper. O eller okşar, belki onlarca tombul yanağı ve kıvırcık saçı. Sonraki buluşmanın mahşere kalma korkusu ürkütür titrek yürekleri. Ama üzülmez. Sevdikleri yanındayken hüzün karışır toprağa. Bir bayram daha yaşamak için çabalar. Değişik şeylere umut bağlar. Arsalara, çıkacak katlara, katların güneye bakan cephelerine...

Sonra bayram biter, sanki sinema perdesi kapanmış gibi herkes hayatına kaldığı yerden devam eder. Bir sonraki bayrama kadar ölen ölür, doğan doğar. Ders almaya layık görülmeyen hikayeler dimalardan uçup gitmiş gibi tekrardan ezberlenir. Aynı masallar bir kez daha anlatılır. Bu böyle uzar gider işte...

Ya da sadece şunlar olur. Zil çalar, televizyon kapatılır. Havanın suyun derinlemesine analizi yapılıp memleket meselelerine hatırı sayılır bir katkıda bulunulur. Televizyon kanallarındaki bayram özel yayınları irdelenir. İki çikolata bir lokum alınıp "Daha gidilecek çok yer var," denilip kalkılır. Kapı eşiğinden, "Bize de bekleriz," tekerlemesi dile getirilir.

Her ikisinde de değişen bir şey olmaz aslında. Adı bayram olan bir ruh ara sıra gelir, bazılarına dokunur, bazılarına üfler, sonra da çeker gider. Ardında bıraktıkları dehşet verici bir hızla büyümeye devam eder...


Garip Dünya'nın Oldukça Garip Küçüklüğü

İşte yine başlıyoruz. Yaz geldi ya, artık yazmamak için bir bahanem de kalmadı. Aslında saymaya kalksam düzinelerce (ve hepsi birbirinden daha makul) gerekçe bulabilirim. Ama tüm bunlara rağmen yazmalı! Neyse, yeni yeni oluşmaya başlayan atmosferi daha fazla bulandırmadan işimize bakalım. İnşallah bu ilki olur ve devamı daha güzel gelir.

1.Perde
Baktığınız resmin gerisindeki bir bankta, yazmakta zorlanan ve yazmayı unutmuş bir yazar oturmakta. Dalları gökyüzüne karışan dev çınarların arkasındaki gökyüzü son derece alımlı. Bir mavi, bir beyaz, zaman zamansa güneşli. İnsanın ruhuna alacalı dokunuşlarda bulunuyor. Muhteşem bir esinti, ormandaki bülbüllerin şarkısının ucundan tutarak bu harika senfoniye eşlik ediyor. Neredeyse tüm evreni bülbül sesleriyle donatıyor. Ansızın başlayan bir masalın içinde gibiyim. Etrafımdaki her şey ve herkes inanılmayacak kadar güzel. Ama bu resimdeki asıl özne, suyun durmaksızın titreşen şırıltısı ve ona eşlik eden ahşap değirmenin ahengi. Ah şu su sesi. Saf, her şeyin içinde ve her şeyden daha narin bu şarkıyla kendimden geçebilirim. (Geçiyorum da.) Sanki o değirmen, suyu değil de, yıllara meydan okuduğu zamanı döndürüyor. Hep aynı yöne doğru, aynı ritimde ve aynı alışmışlıkla.

Gerçekte sahne böyle. Fakat biz zihnimizde o değirmene istediğimiz eylemi yükleyebiliriz. Şimdi dostlar, bulunduğumuz yerden biraz uzaklaşalım. Gelin hep birlikte, o değirmeni zaman makinesiymişçesine tersine çevirelim. Çok değil, altı ay öncesine gidiyoruz...

Hava şimdikinden kapalı. Sanırım biraz da puslu. Rüzgar böyle anlarda nasıl esileceğini iyi biliyor doğrusu. Elinden gelse, yerdeki çöplerle birlikte bazı insanları da önüne katıp sürükleyecek. Az sonra yağmur yağacağa benziyor. Ben ise arabadayım. Geniş ve hareketli bir caddenin kenarında, kırtasiyede işi uzayan babamı beklemekteydim. Yaklaşık bir saat tanımadığım insanları seyrettim durdum. Yüzleri, tanımadığım başka insanlara çok benziyordu. Bazen olur, insan garip düşüncelere kapılır gider. İşte ben de, o bazenlerin eşiğinde olduğumdan habersizce zamanı tüketmekteydim.

Karşımda sakin bi otobüs durağı varmış. Varmış diyorum, çünkü kafamdaki düşünceler ve çevremdeki garip insanlar beni yeterince meşgul ettiği için orayı ancak görebiliyorum. Sakin oluşuna gelecek olursak, işte orası tamamen ön sezi.
Durakta sadece bir kişi sabırla beklemekte. Yine tanımadığım genç bi kız. Sakin adımlarla durağın içinde ileri geri yürüyor. Ne zamandır orada olduğunu bilmiyorum. Varlığını ancak o an fark etmiştim ki, yanımdan geçen bi otobüs onun bulunduğu durağa yanaştı. Ömrümde ilk defa gördüğüm, ve bir daha görme ihtimalimin olmadığı genç kız otobüse doğru hareketlendi. İçimdeki felsefi dalgalanmanın miladını da onun otobüse doğru attığı ilk adımı başlatmış oldu.
Düşündüm ki, yaşadığımız Dünya nekadarda garip. Bazı insanları, bazı yerleri ve belki de bazı duyguları ömrümüzde yalnızca bir kez göreceğiz, hissedeceğiz, tadacağız. Bitti! Az sonra o hiç tanımadığım kız otobüse binecek ve benim dünyamın kapısını bile göremeden uzaklaşıp gidecek. Ömrümün sonuna kadar onu bir daha görmem imkansız. (Görsem de tanımam zaten. Umurumda da değil. O kız şuan bizim için sadece bi simge.) Tıpkı uzay gibi. Bazı gezenlerin hiç görülemeyecek olması çok yaralayıcı bir durum. An'ı yaşamalı insan. Sevdiklerimizle sonsuza kadar birlikte olamayacağız. Ve sahip olduğumuz şeyler sonsuza kadar bizim olmayacak. Hiç beklemediğimiz bir anda "Elveda"larla karşılaşacağız. Çünkü sonsuzlukla henüz tanıyamadık... Fakat hüzün her yerde.

Durakta bekleyen kız, benden ve düşüncelerimden habersizce otobüse bindi. Bu kez de otobüsün ardından bakmaya başladım. Benzer düşünceler beynimin sahillerine ulaşmak üzereyken otobüs tekrar durdu. Üstelik daha beş metre bile ilerlememişken. Kapısı açıldı ve beni durup dururken garip düşüncelere iten genç kız otobüsten indi. Ne düşüneceğimi bilemedim. Hani bu kızı ömrümün sonuna kadar bir daha görmeyecektim? Hani? Ne oldu? Felsefem şimdi durup dururken neden çöktü?
Ben kendi kendimi sorguya çekerken ve dış etmenlerden ötürü kendimle çelişirken, güneşli bir günde ansızın fırtınaya yakalanmışım gibi hissetmeye başladım. (Sanırım fazla abartılı oldu. Fırtınanın sesini biraz kısalım) Gerçeklerimin bile böylesine değişken oluşu beni afallattı. Varın ruh halimi siz düşünün. O ise, sanki hiç birşey olmamış gibi durağın içinde gezinmeye devam ediyordu. Demek ki, dedim. İnsana bazen ikinci bir şans verilebiliyor. (Durumu ancak böyle toparlayabildim) Ama her zaman değil!

Otobüsten indikten sonraki durak gezinmeleri bu kez çok sürmedi. Arabamın yanından geçen bi minibüse el kaldırdığını gördüm. Minibüs, az önce otobüsün durduğu yere durdu. Kız ise, az önce otobüse bindiği gibi şimdi de minibüse bindi. Bense ertelenmiş duygular içerisinde bu kez minibüsün arkasından baktım. Evet, her şey bir gün bizi terk edecek falan filan... (Otobüsün ardından yazdıklarımı hatırlayın ve aynı şeyleri tekrar yazdırmayın bana.) İkinci bi şans verilse de, verilmese de bir gün herşey bizi terk edecek. Tek gerçek bu. Şimdiden bu duruma alışmaya başlasanız iyi olacak...

Neyse, babamın işi nihayet bitti ve arabaya döndü. Benim okuluma doğru yola çıktık. Bu kısımlar önemsiz olduğu için çabuk geçiyorum. Okula vardık. Teslim etmem gereken bi ödev vardı, hocaya onu verdim. Daha sonra okulun koridorunda bi arkadaşımı beklemeye başladım. Bana ders anlatacaktı. Derken önce bir ses duydum. Koridorun ucundan, göremediğim bir yerden geliyordu. Bi kız sesiydi ve telefonla konuşuyordu. Bulunduğum yere doğru yaklaşmaktaydı. (Ne kadarda heyecanlı ama. Bu kısım da biraz abartılı olmuş) Bir dakika sonra görebileceğim bir açıdaydı ve hâlâ telefonla konuşuyordu. Sesin sahibiyle karşılaşana kadar hiçbir şey ummamıştım. Hatta durakta yaşananları neredeyse unutmuştum ve olacaklar aklımın ucundan bile geçmemişti. Evet, doğru tahmin. Oydu. Önce otobüse, ardından minibüse binen genç kız. Bana durduk yere karpadiemi hatırlatan (şimdiyse sorgulatan) genç kız yine karşımdaydı. Aynen duraktaki gibi, fakat bu kez okulun boş koridorunda gezinmekteydi. Aynı adımlarla, aynı bekleyiş tavrıyla ve yine aynı simgeselliğiyle. Elinde telofon, ömrümde hiç tanışma ihtimalim olmayan birisiyle konuşuyordu. Gülümsedim ve tüm çıkarımlarıma pes ettim. Dünya gerçekten çok ama çok küçüktü ve en büyük hobisi beni durmadan haksız çıkarmaktı. Gariplikleriyse bambaşka bir alem...

Derin bir nefes aldım. Ahşap değirmen, onun üzerinde kurduğum hayallerden habersiz dönmeye devam ediyor. Her şey, ben altı ay geçmişe yolculuk yapmamdan önceki haliyle duruyor. Demek ki geçiş anı çok uzun sürmemiş. Fakat zihnim hâlâ bir takım düşüncelere takılıp kaldı.


2.Perde
Dünya kaç gün diye sorsam, ne cevap verirsiniz. Elbette ve kuvvetle muhtemeldir ki herkesin kendi ömrü kadar. Yani nefes alanlar için bu sayı henüz muamma. Öyleyse biz de bildiklerimizden yola çıkalım. Bir kelebeğin veya bir kaplumbağanın dünyasını ele alalım. Kelebek; bir gün, bir hafta, birkaç ay yaşar. Kaplumbağa ise yıllarca, belki bir kaç asır. Bilmiyorum. Ortak nokta ne peki? Yaşamış olmaları mı? Evet, kesinlikle öyle. Birkaç yıl eksik veya fazla ne fark eder. Dünya aynı dünya, ölüm aynı ölüm. Önemli olan kendine biçilmiş süreyi iyi değerlendirmekte.
Şimdi süre mevzusunu bir kenara bırakalım da yaşayışa odaklanalım. Yine insansız bir örnek; bir arı ve bir tespih böceği. Yaptıkları eylem tamamen karşıt iki kutupda. Arı, koklamaya doyamadığımız çiçeklerde ömür sürüyor ve dünyanın en harika lezzetlerinden birini ortaya çıkarıyor. Diğerinin ne yaptığını zaten biliyorsunuz... İkisi de bir şekilde yaşıyor ve bize göre çok farklı canlılar. Birini (zaman zaman) sever, diğerinden (belki) nefret ederiz. Fakat onların gözünden baktığımızda durum değişmiyor. Çünkü muhtemelen ne yaptıklarını çok da bilmeden yapıyorlar ve yine muhtemelen onlara göre yaptıkları şey aynı; Emrolunduğu gibi çalışmak ve verilen süre içerisinde yaşamak.

İki örneği küme içine alıp kesişim kısmına insanı yerleştirince resmimiz daha bi belirgin hale geliyor. Evet, hepimiz aynı Dünya'da ve aynı zaman diliminde yaşıyoruz. Evet, hepimiz farklı ama temelinde benzer işler yapıyoruz. Kimimizin yaşam koşulları diğerlerinden zor ve can sıkıcı. Fakat hepsi bitecek...
Altı ay öncesini tekrar anımsayacak olursak; Dünya gerçekten çok küçük. Üstelik bu, benim dikkatli bakınca farkettiğim kadarıyla. Kim bilir hissetmediğimiz daha ne olaylar başımızdan geçiyor da göremiyoruz. Aynı insanla tekrar tekrar karşılaşmamı bir kenara bırakın, zayıf bir yıldırım bile yer ve gök arasında saniyenin bilmem kaçta kaçı arasında yolculuk yapıyor. Demem o ki, Dünya düşündüğümüz kadar, daha doğrusu hissettiğimiz kadar büyük değil. Aşılamayacak engellerin, Katedilemeyecek mesafelerin bile bir sınırı var. Tüm somut ve soyut örnekler bunu ispatlıyor. Kendinizi değiştirmeye yetmez mi?

Sığmıyor dostlar. Zaman kısa, Dünya küçük. Hâl böyleyken ve elinizde kısıtlı bir depolama alanı varken, orayı neyle doldurmayı düşünüyorsunuz? Nefret, kıskançlık, gıybet, iftira, yalan, dedikodu, hırs, hırsızlık, düşmanlık... Kısacası aklınıza gelebilecek her türlü AZAPLIK iş, vesaire vesaire. Listeyi dilediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Ama emin olun değmez! Ve de hiçbiri Dünya'ya sığmaz! (Sığmamalı da!) Tabii güzel şeyleri hayatınızdan çıkarmadıkça...

(Bir de şunlar var. Müdahele etme imkanımız hiç yokmuş gibi görünen ve kırılacak eşya gibi ruhumuzda taşıdığımız; Sonsuz gibi görünen zavallı acılar, dinmek nedir bilmeyen hüzünler. İşte onların yeri de aslında diğerlerinin yanı. Çünkü zamanla birlikte onlar da bitecek. Biz onları balon gibi şişirdikçe önümüzdekileri göremiyoruz. Patlama anınıysa düşünmek bile istemiyorum.)

Kaçarı yok dostlar. Öyle ya da böyle. İkinci bi şans verilsin ya da verilmesin. Kıraç'ın dediği gibi, "Zaman akıp gidiyor..." Dünya çok ama çok kısa. Tünelin ucundaki ışık hep en uzakta görünür. (Gelecek, sanki sonsuzluk gibidir insanlar için.) Ama arkamızdaki karanlık hep aynı yerdedir ve hiç değişmez. (Her geçmişe baktığımızda, her şeyi daha dün gibi hatırlarız.)

Dünleriniz pişmanlıklardan uzak, yarınlarınız ise umut dolu olsun. Ve içinde bulunduğunuz ânı vakit kaybetmeden yaşayın...


S O N

A.Kemal Ünsaçan 
17•XI•15


Gerçekten Masal mıyız biz?

Merak edenler için söylüyorum, gelmiş geçmiş tüm yaşantıların özeti şudur; Zaman bir nehir gibi durmaksızın kalabalıkların üstünden geçer. Ve bizler boğulmamak için çırpınır dururuz. Buraya gelebilecek en uygun kelime, "Boğulmamak!" sanırım, Yüzmek değil. Çünkü yalnızca aptallar akıntıya karşı kürek çeker. Arif olan ise kendini zamanın akışına bırakarak nefes almaya çalışır. Zamanın adeti bu, istesen de durduramazsın! Yavaşlatamazsın! Söndüremezsin! Söz dinlemez tavırlarla öylece akar gider. Sen bunun farkına vardığında o çoktan yolun sonuna varmış olur...
Benim saatim; tüm bu gerçekliklerden uzakta, yüzünde bir şeylere geç kalmış olmanın verdği telaşla hızlı hızlı hareket ediyor bugünlerde. Tek farkettiğim sabahlar ve akşamlar oluyor. Bu iki ufuk çizgisi arasında gün bir belirip bir kayboluyor. Bazen ona dokunamıyorum, ama o bir yolunu bulup kendisini sürekli bana hissettiriyor...
Önceden belirlenen zamanı geldiğinden ötürü okuluma belirli bir süre ara vermiştim. (Üç yıl yeterince belirgin) Şimdi doğru zaman geldiğine inanıp yeniden başlama kararı aldım. Ayrıntıya gerek yok. Kısa cümleler cümleler kurmak lazım...
Zaman yine yapmış yapacağını. Okulun kapısından içeriye girince ilk aklıma gelen düşünce, "Bu binadaki tanıdık yüzler neredeler? Biri mi sildi, bir yere mi gittiler?" oldu. 
İlk başlarda yeni gelenler bir karmaşadan ibaretti benim için (Aslında teknik olarak yeni gelen ben oluyorum, orası ayrı tabi) Uzun süre böyle devam etti kafamdaki belirsizlikler. Burası Güzel Sanatlar Fakültesi ya. Yüzler önceleri bir eskizken, günler geçtikçe bir kalem çıkıp kontr çizgilerini ilave etmeye başladı. Birden farklı bir insana dönüşüverdiler. Artık daha şeyler... Şeyler işte. Ne olduklarını tam olarak bilmiyorum ama öncekine göre daha şeyler. Daha belirginler. Onların sadece bir yüz olmayıp, bir hikayenin baş rol kahramanı olduklarını o zaman fark ettim.
Kimisi iyi adamı, kimisi kötü adamı oynamaya başladı. Ve benim bunu anlamam için kitaplarını okumama gerek yok. Bazen bir kelime, bazen de tek bir bakış onları tanımama yetiyor. Daha fazlasını merak etmeden uzaklaşıyorum yanlarından. Hata mı yapıyorum bilmiyorum. Belki tanısam sevebilirim. Ama ben tanımak istiyor muyum? Sanırım hayır. Herzaman ön yargılı biri olmuşumdur.

Tam da bu satırdan sonrasını empati kurabilmeniz için yazıyorum. Öncesiniyse ileride yazacaklarıma destek olması için yazdım.
Bireysel olarak bir düşünsenize. Yabancısı olduğun bir yerdesin. İnsanlar da dahil herşey sana yabancı. İçlerindesin ama hiç birini tanımıyorsun. Aynı ortamı, aynı zaman dilimini, daha da önemlisi aynı havayı paylaşıyorsunuz ama hepsinden uzaksın. Böyle basite indirgediğime aldanmayın, çok garip bir duygu aslında. Romantik bir filozof bu durumu bir çeşit kardeşlik olarak değerlendirebilir. Örnek vermek isterdim, ama ben romantik bir filozof olmadığım için veremeyeceğim. Üzgünüm.
Seslerinden anladığın kadarıyla bir kişilik elbisesi biçiyorsun. Genellikle de üstlerine tam uyuyor. Çünkü o kadar dar bir dünyaları var ki. Hani; falanca düşünürün düşünce yapısını mı benimsemiş, kendi tecrübesini kendisi mi üretiyor, yoksa daha çok fransız romancılar mı ruhuna dokunuyor diye kıyaslama yapamıyorsun. En fazla, saç bakımı kremleri ve futbol takımları arasında gidip gelebilirsin. Sonrası uçurum. Atlamayı bilene...
Dedim ya, bir hikayenin kahramanları hepsi. Peki, ya gerçekten öyle olsaydı? Aşık olunası güzel bir düşünce bu. Hayatlarımız bir masaldan ibaret olsaydı ne olurdu? Muhtemelen bu soruyu kağıda soran ilk kişi ben değilimdir. Benden öncekiler tatmin edici bir cevap aldı mı bilmiyorum ama benim de alamayacağım kesin. Öyle olsa işin esprisi kalmazdı zaten. Asıl cevap sürekli değişkenlik gösteren beynimizde (Zaman gibi, ne hoş). Ben yanıtı oradan bekliyorum.
Yazının sürekli zikzaklar çizdiğinin farkındayım. Yeni ekran başına geçen izleyiciler için spoiler verelim. Konumuz zaman mefumuna kapılmış masal kahramanları. Ki bizim de onlardan biri olmamız kuvvetle muhtemel.
Düşünsenize; Yaşlı bir nene (Çok da yaşlı olmasına gerek yok, okuma yazma bilmesi yeterli) örgüsünü bir kenara bırakmış, çevresinde toplanan torunlarına gülümsüyor. Hava kararmış ama o akşam ışığı açmamışlar. Şömineden yükselen kıvrak alevler nenemizin yüzündeki gülümsemeyi belirli aralıklarla ışıldatıyor. (Yerli malı tutkunları kusuruma bakmasınlar, böyle sahnelerde genellikle şömine olur) Çocuklardan en büyüğü dokuz yaşında ama kardeşleriyle beraberken beş yaşına geri dönüveriyor. Belki de ileriki yaşlarında özlemle anımsayacakları dakikaların içindeler. Ama onlar henüz bunu bilmiyorlar.
Çıtırdayan odunlar ateşin rengini değiştiriyor. Her parlamada duvardaki eski resimlerden bir başkası aydınlanıyor. Çok eski bir ev olmalı. Ahşap pencere pervazından soğuk bir esinti ıslık çalarak odaya doluyor. Uzak köşedeki bir çiçeğin yaprakları belli belirsiz titreşiyor. Dokuz yaşındaki kız, nenesinin örgü örerken dizine örttüğü şalın üzerine, kapağında sizin resminiz olan masal kitabını bırakıyor. Tekrar gülümseyerek kardeşlerinin ve kuzenlerinin yanına geçiyor. Onların yüzünde de benzer bir gülümseme var. Heyecanla sizin maceralarınızı dinlemeyi bekliyorlar. Kitap bittikten sonra bile onların hayal dünyasındaki bir kahraman olacaksınız. Sizi bir süre daha yaşatmayı sürdürecekler.
Yaşlı kadın kitabı kendine doğru çeviriyor, arkasındaki yastığı biraz sağa kaydırıyor, gözlüğünü düzeltiyor ve başlıyor yıpranmış sesiyle masalınızı okumaya. "Bakalım kahramanımız bu bölümde neler yapmış..." Gerisi aynı tonda devam ediyor.

Başka hiçbir şey için değil de, bir kitabın sayfalarını doldurabilmek için yaşamış olmak gerçekten çok ilginç olurdu. Yaşamak da bir çeşit yazarlık değil midir zaten? Tek amacımız, hikayenin gidişatına göre nenemizin alçalıp yükselen sesine eşlik etmek olsaydı. Ya da hikayenizi dinleyen çocukları gülümsetebilmek, bezen de üzmek... Hı? Hayır mı? Size katılıyorum. Gerçekten katılıyorum! Kendi hayal dünyama yaptığım bu ihaneti sırf okuyucuyu yanıma çekmek için yapmıyorum. Çünkü doğrusu bu. Böylesi biraz cüretkar bir hayal ama başka bir versiyonu pek âlâ gerçek.
Ya dinleyiciler çevrenizdeki tanıdığınız veya tanımadığınız insanlarsa? Ya gerçekten size ait bir kitap varsa? Ve bu kitabı anlatan yaşlı kadın aslında sizseniz. (Eğer bu soruya da vereceğiniz cevap hayırsa, üzgünüm. Bu noktadan sonra yollarımız ayrılıyor) Hergün kendi hikâyenizi birilerine anlatıyorsanız veya yırtınırcasına anlatmaya çalışıyorsanız. Bunlar daha olabilir şeyler.
Ben mesela öyle yapıyorum. (Bak buna örnek vermek için romantik şair olmama gerek yok) Şuan okumakta olduğunuz yazı, anlatmaya çalıştığım olayın özetinden başka bir şey değil. Ama yazacak kalemi olmayıp da hikayesini bizzat yaşayarak anlatanlar da var. İşte o kişilerin başımın üstünde de yeri var. Çünkü yazmak; bir şeyleri anlatmanın en kolay, en kestirme yoludur. Zor olan yaşamaktır...

Uzun lafın kısası, bütün mesele, bir varmışla bir yokmuşun arasını doldurabilmekte. Hikaye sağlam olduktan sonra okur veya dinleyici herzaman bulunur. 
Benim dört yaşındaki kuzenim bunu, "Ne varmış, ne yokmuş," diye öğrenmiş. Böyle bir tespitin karşısında ancak saygıyla eğilinir. (Sanırım büyüyünce gerçek bir filozof olacak. Maşallah diyin) O farkında değil belki ama cümleleri hızla öğüten o küçük diliyle olayı çok güzel özetledi. Hepimizin hayat hikayesi ne varmış ne yokmuşlardan ibaret aslında. Kum saatindeki taneler misali bir yerlere doğru kayıp gidiyoruz. Her masalda olduğu gibi bunun da bir sonu var. Olmalı da. O meşhur üç elmanın düşmesi veya düşmemesi size kalmış. Daha başka birçok şey de sizin elinizde.
Ama masalı bitirmek veya bitirmemek değil. Üç nokta koyarsın, diğer her şey o noktaların gerisinde kalır...


S  O  N 

A.Kemal Ünsaçan 
28•X•14


Sıradanlaşan Bir Güne Dair

"Çok şükür yine helak olmadık," dedi içimdeki ses elektrikler geldiğinde. Ve ben de bunun üzerine birşeyler yazmak istedim. Hep böyle olur zaten; kar tanesinden çığa... Neyse, bu faslı biraz hızlı geçelim.

Ne gündü ama. Sabah uyandığımda tek ve en büyük derdim, Butik otel projesini hocanın düzenlendeği şekilde yeniden çizmekti. Vizeye bir hafta kala yapılan değişiklikler o an için bana muhteşem bir sıkıntı gibi gelmişti. Ne dert ama. Ne büyük sıkıntı ama...
Projeyi açtım, sıkıntılı sıkıntılı notlar aldım. Şuraya bir kapı, şuraya dolap falan. Ben bu işlemi kağıt üzerinde yaparken televizyon birden nefesini tuttu. İnsan geleceği bilemiyorki, hiç umursamadan işime devam ettim. Kendimi yaptığım işe öyle bi kaptırmışım ki, not alma işim bitipde yaptıklarımı bilgisayara aktaracağım sırada pc açılmayınca olayı kavradım. Fakat yine umursamadım. Hatta rahatladımda. Attım kağıtları bir kenara, uzandım koltuğa, sessizliğin tadını çıkarmaya başladım.
Televizyon yok, ev aletlerinin gevezeliği yok, yok da yok. Hatta bir ara, Dünya keşke hep böyle olsa diye geçirdim içimden. Çünkü öyle mutluydum ki. Daha önce birkaç kez dinlediğim ve hoşlandığım sesli kitaplardan birini açtım. Yumdum gözlerimi. Hâlâ çok huzurluyum.
Derken, zaman geçti, sesli kitap bitti. Gözümü açtım, proje bana bakıyor. Haftaya yetişmesi lâzım. Bir kaç telefon trafiğinin ardından beni bir endişe aldı. Tüm Türkiye'de elektriklerin kesik olduğunu öğrendik. Evdeki televizyon boşluğunu kısa sürede radyo doldurdu. Radyoda hergün duymaya alışık olmadığımız haberler kamçılanıyordu. %42 şarzla korka korka cepten internete girdim ama internetteki yavaşlık ve yetersiz bilgi sayesinde daha fazla tedirginlikle tableti kapattım. Fısıltı gazetesinde neler yoktuki; Siber saldırılar, kasti kesinti düşünceleri, darbe girişimleri, patlayan trafolar, sabotajlar, propagandalar ve en önemlisi adliye operasyonları... (Şimdi duydumki, rehine alınan savcı ağır yaralıymış. Allah ona acil şifalar versin ve yakınlarına sabırlar versin. Çok çok zor bir durum onlarınki.)
 Kesintiyle bağımsız olduğu söylenen operasyonda sona yaklaşılırken radyodaki heyecanlı haberlerin yerini cıvıltılı reklamlar ve gereksiz üçüncü sayfa haberleri aldı. İnternet de gitmişti, diş diş görmeye alışık olduğumuz sinyal de.
"Revolution" dedim kendi kendime. Bu diziyi izleyenler bilir. İçinde bulunduğumuz durumla büyük benzerlikler gösteriyor. Hayatımız birden bilimkurgu filme dönüşmüştü resmen.
Hava kararınca işler iyice ciddileşmeye başladı. İyiden iyiye soğuyan duvarlar, elektriğin günlerce gelmeyeceği dedikoduları, dilsiz kesilen elektronik cihazlar canavarlaşmaya başlamıştı. Bir de elektrik kesintisiyle dolaylı yoldan bağlantılı olan su kesintisi haberleri bemdeki korkuyu aldı, bir yanar dağın ucuna yerleştirdi. Hatırlamak bile istemiyorum o anları. Kabus gibiydi...

Ne büyük bir nimetmiş şu elektrik. Ve üstelik çevremizde, onu kaybedene kadar değerini bilmediğimiz ne önemli ve bir o kadar da sıradan şeyler varmış meğer. Ah bi gözlerimizi gerektiği gibi açıp görmemiz gereken şeyleri görebilsek. Ah, düştüğümüz -ne düşmesi kendi isteğimizle girdiğimiz- kuyularımızdan çıkabilsek. Hayatta önemsiz şeyleri kendimize öyle bir sıkıntı yapıyoruz ki, hayatı o sanıyoruz. Ne güzellikler ve ne sıkıntılar varmış oysa. Bizimkiler tek ve yegane değil.
Ve 5 dakika! Elektrikler geldi, tam 5 dakika sonra herkes, sanki hiçbir şey olmamış gibi kendi kişisel dertlerine geri döndü. Tekrardan dünyalarımıza gömüldük. Mesela ben yarınki derste hocaya ne göstereceğimi içten içe düşünür oldum. Diziler ise kaldığı yerden devam ediyor. Ne komik bir macera, onlar bu sahneleri çekerken henüz bunlar yaşanmamıştı. Ama şimdi yaşandı. Neden hâlâ... Neyse boşverin, yok birşey. Palyançolar da para kazanmalı. Onların da eve ekmek götürmesi lâzım.
İnsan olarak ne kadar nankör ve ne kadar unutkanız. Yaşadıklarımız bir kâbus olsaydı belki daha fazla konuşulurdu. Dertler, sınavlar, nimetlerle imtihanlar bir anda unutuldu. Bugün sık sık ruhumu tırmalayan korku senaryoları aklıma geldikçe, "Çok şükür yine helak olmadık," diyorum. Bunca günahımıza rağmen çok şükür...


S  O  N

A.Kemal Ünsaçan
31•III•15


Bahar Hoşluğu

"Ne çok mutluyum bir bilse Dünya..." diye başlamak istiyorum. İşte sırf bu yüzden, uzun zaman sonra ilk defa yazdığım bu yazıda elimden geldiğince saçmalamamaya çalışarak (muhtemelen de bol bol saçmalayarak) bir şeylerden bahsedeceğim. Neler anlatacağımı  ben de hiç bilmiyorum, sadece yazacağım. Çünkü neden mutlu olduğumu anlatamayacak kadar çok mutluyum. Üstelik hiçbir şeyden ötürü. Bakın şimdiden saçmalamaya başladım. Bu benim için iyiye işaret. Çünkü yazamasaydım saçmalayamazdım. Yazıyorum ki saçmalıyorum. Yaşıyorum ki mutluyum. Derin mevzular bunlar. Mutluyken sığ sularda yüzmek lazım...

Tamam tamam. Bir çıkış noktası buldum sanırım; Bahar. Özellikle bugün dışarıda çok güzel bi bahar vardı. Sanırım bu kadar mutlu olmamın altında yatan nedende bu. Bahar ve Güneş. Normalde sıcağı hiç mi hiç sevmem. Ama bugün az kalsın Güneş'e aşık olacaktım. Hangimiz daha mutlu bilemedim. Sıcaklığı tam kıvamındaydı. O öyle davranınca rüzgâr da gerektiği gibi serinletebiliyordu. 

Bitti. Son. Başka aklıma bir şey gelmiyor, üzgünüm. Onca hikayenin sonuna (istemeyerek de olsa) "SON" yazan ben şimdi durdum kaldım. Başta okul, sonra uzun süredir gerçek manada okumamak ve uzun süredir gerçek manada yazmamak beni bu kısırlığa düşürdü sanırım. Ziyanı yok ama. İçimde bir burukluk var ama oldukça kırılgan ve de şeffaf. Arkasını göremediğim için byzlu cama benzetiyorum. Ve yine, "Ziyanı yok dostlar," diyorum. Çünkü hodbince mutluyum. Dahası var mı? Hatta bir insanın bu kadar çok mutlu olması doğru mu diye içten içe sorguluyorum. Çünkü mutluluğumun bir nedeni yok. Herşey yolunda olduğu için böyleyim sanırım. Ve ben bunu mutluluk sanıyor olabilirim. (Şşşt, sakın içimdeki ses bunu duymasın. İleride aleydimde delil olarak kullanabilir.)

Elbet yeni hikayeler doğacak ve yarım kalanlar layık olduğu kağıda kavuşacaktır. Şimdilik bırakalım uyusunlar. Belki benim sahip olduğum duygular bir şekilde onlara da ulaşıyordur ve o duygulardan besleniyorlardır. Kim bilir...

Herşey yolunda. Yeni dostlar edinmekten mutluyum. (Kimisini yanlış ve erken seçsem de...) Okulumdan memnunum. (Ders saatinden daha uzun süre dersin başlamasını beklesem de...) Ve vizelere iki hafta kalmasına rağmen bazı dersler hakkında hiçbir bilgim olmamasına rağmen herşeyden memnunum. Hayatımda ilk defa, sınıfın en çalışkan öğrencisi değil belki ama en çabalayan öğrencisi oldum. Bu durum da beni mutlu ediyor. Birkaç şey daha var. Ama hepsini buraya yazacak değilim. Hemen şimdi bir denklem kursak, eşittir işaretinin ardında Mutluluk olurdu. Bu kadarnı bilmeniz yeterli. Bu yazının kilidini açan şey ise o denklemdeki X değerini bulmam oluyor. X yerine Bahar yazınca denklem sağlanıyor.

Yeterince saçmaladım sanırım. Başka bi zaman olsa belki bu yazı daha güzel olabilirdi, bunun için hiç sıkılmadan tekrar tekrar düzeltmeler yapardım. Ve yine başka bi zaman olsa bu yazıyı hiç beğenmez, SON yazmadan hemen önce delete tuşuna basardım. Ama şimdi ikisini de yapmayacağım. Öylece paylaşıyorum blogumda. Neden mi? Çünkü mutluyum. Hem de çok. Dahası?

Not'umsu: Başı ve sonu olmayan, an an aklıma gelen ve kimin söylediğini henüz bilmediğim diyaloglardan bir pasaj. Onu da aylaşmak istedim;
"...Gülmesene Jodi, gerçek söylüyorum. Bu hissettiklerinin ortak bir adı var. İnsanın içinde bir yerlerde hep.varmış bu duygular. Ama sadece kış güneşi doğarken yada ilk defa bir yabancıyı severken farkediliyormuş. Tam hatırlamıyorum ama "Bahar Hoşluğu" ya da buna benzer bir ismi vardı..."


S  O  N

A.Kemal Ünsaçan
25•III•15


Ertelenmiş Yazılar 2

Bir ilhamla başlayıp yarıda kalan ertelenmiş yazılar var burada. İnanmayacaksınız ama içlerinden bazıları dört yaşından daha fazla. Artık fosilleşmeye başladıkları için (Açık sözlü oluyum, devamlarını getirecek cesaretim ve yeterli fikrim bir türlü olamadığı için) paylaşmak istedim. Böylesi onlar için de daha iyi. Çöp kutusunda olmaktansa, varsın bir uzuvları eksik olarak krndilerine ayrılan bu başlıkta son günlerini mutlu mesut geçirsinler.
Acı, Mutluluğun Habercisi

...Acı çeken bir insan, korku duvarını aşabilirse eğer mutlu bile olabilir. Çünkü acılar bir gün bitecektir. Acıyı yaşamış biri mutluluğun tadını kat kat daha fazla yaşar...



NEDEDN?

Kalbim neden atıyor yine? Hani bitmişti, hani buna kendini inandırmıştın. Küfret kendine, bulabildiğin en hayasızı ile. Hani o ellerin ile yalnızca umuda sarılacaktın. Bu rüzgarın kaynağı hangi kelebek şimdi, ki onların hepsi serefsizdir...
Kalbin atsada yine, bu kez ağlamak yok. Hala kendine yalan söyleyecek gücün var.
Bilki, o tanıdığın tırtıl, kelebek değil arıdır...



Mutluluğun Anahtarı

Mutluluğu yakalayabilmek için gördüğün şeyleri görmemen lazım. Alıcılarını üzücü şeylere karşı kapatman lazım. Mesela bir şey aklınımı kurcalıyor? Hemen karşında duran masaya, dolaba, koltuğa ya da karşındaki her neyse ona yönel. Rengine bak mesala. "Ne kadar harika bir renk" de, onu düşün. Eğer doğru düzgün odaklanabilirsen mutlaka karşındakinin güzel yönlerini göreceksin. Böylelikle hem sıkıntından kurtulursun, hem de zihinini güzel şeylerle meşgul edersin...



Gerçek Mânâda Tüm Gücümle

Tüm gücümle mutlu olmaya çalışıyorum. 
Ama hatırladığım kadarıyla bu böyle değildi. Ağzına bir çikolata atardın ve endorfin hormonunun tadını çıkarırdın. Sebepsizce gülerdin. Çoğu zaman ne kadar mutlu olduğundan haberin bile olmazdı. Mutluluğunu kaybedince anlıyor insan, kendiliğinden gelen sebepsiz mutlukların şeffaf huzurunu. Ve tüm sebeplerin üstünde var olan kusursuz gidişatı...
Şimdi elimde bir kağıt; Mutluluğun fotokopisi. Peki gerçeği nerede...
Karanlıkta kalmışım gibi küçüldü gözlerim, mutluluğu arıyorlar...



Uyku

Lütfen herkes kapatsın gözlerini. Sadece uyuyalım. Kimse kimseyi görmesin. Hafızasındaki gibi görsün onu, o haliyle hatırlasın...



İyi İnsanlar

İyi insanlar da var bu gezegende. Olmayada devam edecek gibi görünüyor. İyi ama neden gerektiği zaman yoktular. Yoksa gereken veya doğru zaman o değilmiydi. Ama bence daha önceden orda olsalardı belki kimse hata yapmazdı. İyi insanlar yanlışlıkları önleyebilirdi. Güzel kelimeleri arka arkaya çok güzel sıralayabilirlerdi...



Beklemek

Beklemek, kişinin sevdiğine vereceği en güzel hediyedir. Onu ne kadar sevdiğini gösterir. "Seni bekledim" der. "Kimseye vermediğim zamanımı, düşüncelerimi, umudumu sana sakladım" der. Bundan daha güzel hediye varmıdır acaba...
...Kişi beklerken, beklediği şeyin değeri kat-be-kat artar. Geçen her saat düşünceleri ona daha çok yoğunlaşır...



Acı Bahar

Dışarda çiseleyen bir şeyler var.
Yapraklar, çiçeçekler, toprak, böcekler...
Bir bir ölüyor doğa.
Dışarıda ölen çok şey var.

Geldi çattı bir şeylerin sonu olan bahar.
Son Bahar...
Bitmeyecekmiş gibi tükettik güneşli günleri.
Son. Bitti.