Merhabalar, Elvedalar

İki üç yıldır girizgahlarım hep benzer cümlelerle başlıyor. Uzun süredir yazmamanın pişmanlığı, bundan sonra hep yazmak için vaatler vesaire... Klişelerden nefret ederim ama yapacak birşey yok, kurtulamıyorum bu durumdan. Hadi, daha fazla uzatmadan bişeyler yazalım. Aylar varki kelimelerle oynamadım. Dış Dünyanın cilveleri kafamın içindeki sesleri susturdu, yıprattı, inceltti. Yazılarımdan, hikayelerimden ve de daha çok hayali karakterlerimden uzaklaştım. Şimdi biraz ay ışığının sesini yükseltelim, yazabilmek için sakinleşelim. Dingin bir su gibi aksın rüzgarlar üzerimizden, bize yazmanın nasıl bir kuş olduğunu hatırlatsın. Çiğ cümlelerden sakınalım ve şimdi usulca yazıya dokunalım... (Fazla mı lirik oldu? Yapacak bir şey yok, öyle olsun bakalım.)


Basit şeylerle başlamak en iyisi. İki gün önce hayatımda birşeyler daha bitti. Seneye vereceğim iki dersin haricinde okul hayatımın büyük bölümü sonlandı. Üzülmeli miyim, yoksa sevinmeli mi bilemiyorum. Orada insanlar vardı, okulda yani. 2009'da tanışıp 2011'de vedalaştığım. Ayrı ayrı yönlere gittiler ve benim içimden de birşeyler eksildi. Sonra 2014'de başkaları olmuştu, iki gün önce onları da içimden çıkarmayı bildim (Ya da ben öyle sanıyorum). Seneye malesef son bir kez daha ayrılığın tadına bakacam. 

Bir şeyler paylaştığın bir insandan kopmak, kopacağını bilmek. Sanki hiçbir şey olmamış gibi içinden yitmesi... Onu son kez görmek, gördüğünün son olduğunu bilmek... Başkaları bu duyguya nasıl katlanıyor acaba? Ben yapamıyorum. Çocukken de böyleydim. İlkokuldaki ilk arkadaşım (ne garip, şimdi adını bile hatırlayamıyorum) başka bir okula gitmişti de saatlerce ağlamıştım. Yalnız sarı saçları kalmış aklımda. Kopuşlar ne acı, ne hazin...

Aslında biten şeyler insanı rahatlatıyor, haz veriyor. Süreç yorgunluklarını huzura dönüştürüyor. Ama şimdi içimde hazdan başka duygular da var. Sanırım beynimin bi yarısı istifçiliğe başlamış. Çünkü hiçbir şeyi ve kimseyi bırakmak istemiyor. Zaman dursun, bitmesin diyor. Her andan birazını saklamak, korumak ve orada sonsuza dek yaşamak istiyor. Aklıma "Yeşil Yol" romanı geldi. Sanırım kızıl derili mahkumdu bunu söyleyen. Ölüme giderken cenneti şöyle tanımlıyordu; "Hayatımızın en mutlu olduğumuz anında sonsuza dek yaşamak," gibi birşeyler demişti. Yazarın kafasındaki cennet anlayışı böyle olabilir, orası beni ilgilendirmez. Ama bu kavram bir şekilde (en azından rüyalarda) mümkün olsaydı, olabilseydi ne güzel olurdu. Kaybetmekten korkarmıydık yine? Her gece ve her an en sevdiklerinin parmak uçlarına dokunabileceğimizi bilseydik yani. Yine de yeni ayrılıklıklar ruhumuzu yırtar mıydı? Bence evet. Galiba yırtardı. Birileri ayrılığın panzehirini keşfetmeli artık...

Ama şöyle bir şey var ki, insanı biraz olsun rahatlatıyor. Bazen, çok mutluyken; sevdiğim birileriyle otururken veya önemsiz bir anda birden duruyorum. Bulunduğum anı düşünüyorum. Karşımdaki yüzün on yıl sonraki çizgilerini hayal ediyorum. Geleceği, gelecekteki durumları, değişimleri, kayboluşları, kopuşları... Vedaları...
Hüzünlenmemek elde değil. Çok sarsıcı oluyor bu düşsel depremler. Ama o andan uzaklaşıp şimdiye bakıyorum. Henüz hiç bir olası ayrılık geçekleşmemişken, kopuşlar yaşanmamışken, sahip olduğum (ama bunu düşünmeden farkedemediğim) huzuru düşünüyorum. Nasıl şükretmezsin bulunduğun ana? Değerini bilmen için illa yanındaki bir nefesin daha sönmesi, eksilmesi, silinmesi mi gerekir...
Bilmiyorum ne yapmalı, nasıl kotarmalı bu hassas duyguları. Çok zor... Şuan, "Son" demekten başka bişey yazmak gelmiyor içimden.


S  O  N

A.Kemal Ünsaçan
10•VI•16