Contact

Muhteşem bir bilim kurgu daha, tabi ki yine eski. Sanırım filmler içerisinde, insanı düşünmeye sevk ettiği için  bilim kurgular her zaman en güzelleri. İzlenesi bir film daha, Contact. Türkçeye "Mesaj" olarak çevrilmiş film, 1997 yılında Carl Sagan'ın aynı adı taşıyan romanından uyarlanmış.

Film, baş rol kahramanımız olan Ellie'nin küçüklüğüyle başlar. Annesini kaybetmiş ve babasıyla birlikte yaşamaktadır. Sürekli olarak telsiz kullanarak Dünya'nın hiç görmediği yerlerindeki insanlarla görüşmektedir. Zaman zaman da babasıyla birlikte teleskop kullanarak gökyüzünü incelemektedirler. Tam böyle bir gözlem sırasında ansızın babasını da kaybeder. Yapayalnız kalmıştır ve akrabaları tarafından büyütülür.

Büyüdüğünde, çocukluğundan kalmış olan tek bir hayali vardır. Yıldızları, gezegenleri incelemek ve evrende yalnız olup olmadıklarını araştırmak. Çünkü ona göre; evrende sadece insanlar varsa geri kalanın yer israfı olduğunu düşünmektedir. İçini kasıp kavuran bu soruya cevap arar. Tabi doğal olarak onun bu takıntılı halini görenler amaçsız yere uğraştığını düşünürler ve çalışmalarına sponsor olmak istemezler.

Gözlem ekibinden ayrılıp bir arazide, kendi halinde çalışırken beklenmedik bir ses duyar. Hemen ekibe dönüp sinyali ve kaynağını araştırırlar. Vega isimli yıldızdan asal sayılardan oluşan çok net bir sinyal almaktadırlar. Mesajı görüntüye aktardıklarında ise Adolf Hitler'in konuşma yaptığını görürler. Nasa, Seti ABD ve tüm Dünya allak bullak olarak mesajı incelerler. Biraz daha detaya indiklerinde mesajın içinde ilginç bir makinenin projesini bulurlar. Bilim insanları iki bölüme ayrılır. Bir kısmı bu makinenin Truva atı olduğunu ve içinden uzaylıların çıkacağını düşünür, bir kısmı da Vega gezegeninden gönderilmiş kendi gezegenlerine davet olarak görür.

Neticesinde makine yapılır ve Ellie yola çıkar. Önünde, solucan delikleriyle dolu uzun bir yol vardır. Ve yolun sonunda onu hiç tahmin bile edemeyeceği birisi beklemektedir.

Uzun sözün kısası, mutlaka izlemelisiniz. Gerisini anlatıp da filmin heyecanını köreltmeyim. İyi seyirler. ;)


A.Kemal Ünsaçan
24•VIII•13



Yalnızca Taş Değil ?¿

























Markette çekildiği anlaşılan bir resim, ne demek istediği anlaşılmayan bir başlık ve onları açıklamaya çalışan bir yazı. Başlık, resim ve konu birbirinden tamamen farklı olsa bile sonunda karara bağlayabiliriz sanırım.  Sanırım bu uyuşmazlıkla blogumdaki en alakasız yazı kategorisinde birinci olacak, sesinizi duyar gibiyim ve size hak veriyorum. :) Ne demek istediğimi ve neler hissettiğimi belki de çok azınız hissedecek. Taş var, o yüzden etiketimiz, Çakıl Taşı Güncesi.

Yıl 2010, hastalığımın teşhisi koyulduğundan bu güne dek ister istemez bende bir soyutlanma duygusu meydana geldi. Önceden de insan ilişkilerini pek sevmediğim için bu duyguya ilk başlarda minnet duydum. Zamanla insanlardan hiç ummadığım kadar uzaklaşmış olduğumu fark ettim. Yalnızca sosyal medyadan insanlarla görüşüyordum. Dışarıya fazla çıkmamamın nedeni, hastalığımın uzun mesafelerde yol yürümeme izin vermemesi ve tekerlekli sandalyeye ihtiyaç duymamdı. Ona bindiğim zaman tüm insanların gözlerinin üstümde olacağını hissediyordum. Davetsiz misafir olarak gözlerime kilitlenmiş bakışlarında acıma duygularını hissedeceğimi düşünüyordum. Halbuki utanılacak bir şey yapmadım, acınacak bir durum da yok. Yalnızca ön yargılarım bana böyle hissettiriyordu. "Çekinilecek bir durum yok, herkesin başına gelebilecek  sağlık probleminden başka bir şey değil, yalnız değilsin," diye kendime tekrar tekrar telkin verdim. Ama nafile. Sanırım bunun sebebi insanlardan herkes kadar hoşlanmamam olabilir. Şimdi, bahçemizin müdavimlerinden olan yavru kedi gözlerini dikmiş bana bakıyor. Bir gözü yaralanmış. "Bak bana, ben insanlara hiç aldırıyor muyum?" diye soruyor ve benden cevap beklemeden kardeşinin yanına giderek hayat oyununa devam ediyor.

Şimdilerde bu duyguyu yeni yeni aşmaya başladım. Babam bugün, belki daha önce onlarca kez sorduğu soruyu yine sordu, "Benimle gelmek ister misin?" Gideceği yer bir yapı marketti ve ben öyle yerlere gitmeyeli bir kaç yıl olmuştu. Her seferinde verdiğim tartışmasız, "Hayır," cevabımdan farklı olarak bu kez, "Gelirim," dedim. Yıllardır yapmadığım bir iş olduğundan ve ilk defa tekerlekli sandalyeyle insan içine çıkacağım için önce biraz heyecanlandım. Ardından, arabadan inip tekerlekli sandalyeye binince tüm ön yargılarımın yersiz olduğunu gördüm. Küçük çocuklar dışında kimsenin bana uzun süre bakmadığı fark ettim. Kendimce bulduğum yöntemler sayesinde (yani ben öyle düşünüyorum) bana bakan insanların acıma duygusunu elage ettim. "Yazık, acaba ne problemi var ki bu genç yaşta tekerlekli sandalye kullanıyor?" gibi düşündüklerini hissettiğim bana kaçamak bakışlar atanlara karşın sürekli gülerek, onların da gülümsemelerini sağladım. "Vay be, her şeye rağmen gülümsemeye devam ediyor," olarak düşüncelerine yön verdiğimi düşünüyorum. (Belki ben öyle hissettim, sürekli hikaye yazmaktan böyle oluyor işte (: ) Zaman zaman da bacaklarımı oynatarak, bakışlarını benden başka yöne çevirdiklerini, "Korkulacak bir şeyi yok sanırım," dediklerini hisseder gibi oldum. Halbuki hep, bir gün tekerlekli sandalyeye binersem, insanlarla (çok fazla insanla) karşılaştığımda güneş gözlüğü takmış olacağımı düşünürdüm. Bugün tüm çekincelerimden sıyrılıp güneş gözlüğümü kabına hapsettim. Bugün kendim için bir ilke imza attım. Dediğim gibi, bu hissettiklerimi yalnızca benimle ortak duyguları paylaşanlar anlayabilir. Ve onlara tavsiyem; lütfen, sizler de bir adım atın. Dışarıdaki Dünya düşündüğünüz gibi korkunç değil. Ama, bunca yaşadıklarımdan sonra insanları hala sevemiyorum. Tamam, tamam, itiraf ediyorum, eskisi kadar çok değil. :)

Resme ve neden Ç.T.G kategorisinde yer aldığına gelecek olursak. Gittiğimiz yer yapı mağazası olduğu için, reyonlar arasında gezerken kaldırdım telefonumu ve doğal taş desenli zemin kaplamalarının resmini çektim. İşte böyle, sanırım bu seferki Çakıl Taşı Güncesi'ne düşülecek notlar bunlardı. Sevgiyle kalın, ön yargılarınızın size hükmetmesine sakın izin vermeyin.

Not: Yine kategoriye uygun bir taş olmadığının farkındayım. ;)

II.Not: Söylemeden edemeyeceğim, bu yazım, blogumdaki 100. Yazı oluyor. Eh, birlikte nice 100lere, ne diyim. :)


A.Kemal Ünsaçan 
25•VIII•13


Truman Show

Filmleri biraz geriden takip ediyorsun derseniz size hak veririm. Malum, bu film de eski. 1998 yapımı. Ama ben ne yapıyım? Yeni izledim ve çok etkilendim. Mutlaka paylaşılması gereken bir film.

Kahramanımız Truman; ana karaya köprüyle bağlı, oradan pek de uzak olmayan bir adada yaşamaktadır. Küçükken babasıyla tekne gezisine çıktıklarında fırtınaya kapılıp babasını kaybettiğinden beri o adadan ayrılmamıştır. Su korkusu tüm keşif duygularını bastırmıştır. Annesi, karısı ve çocukluk arkadaşıyla sade ve basit bir hayat geçirmektedir. Eşi hemşire, kendisi de sigorta şirketinde çalışmaktadır. 

Bir gün işe gitmek için dışarıya çıktığında gökten lamba düşer. Üzerinde Sirius yazmaktadır, yani kutup yıldızı. Radyoda verilen haberlere göre arızalanmış bir uçağın parçalarının yere dökülmüştür. Düşen lambayı kısa sürede unutur. Daha sonra arabasının radyosu bozulur ve başka bir frekastan yayın almaya başlar. Yayındaki adam Truman ne yaparsa onu söylemektedir. Bu durumdan şüphelenmeye başlar. Tekne kazasında ölmüş babasını da canlı olarak karşısında görünce şüpheleri iyice artar. Ve çevresinde olup bitenleri sorgulamaya başlar. İsterseniz daha fazlasını anlatmayım ki filmin heyecanı kaçmasın. İzlemediyseniz mutlaka izleyin. Ben, kendimi filme öyle kaptırmışım ki bittiği zaman farkında olmadan çevreme garip garip bakıyordum. Sanki birisinin, "Tamam, artık anladı. Biri şu ışıkları açsın," demesini bekler gibiydim. :)


A.Kemal Ünsaçan 
30•VII•13



Şekerli Taşlar

























Bu güncenin amacı farklıydı aslında. Tıpkı küçükken olduğu gibi gittiğim yerlerden taşlar toplayacak ve bulduğum bu taşların resmini çekip bloguma koyacaktım. Ama maalesef bu duyguyu unutmuş olmalıyım ki gittiğim yerlerden taş almak aklıma gelmiyor. Beni terkeden o duygu eski yerine gelene kadar bunlarla idare edeceğiz sanırım. Aslında iyi de denk geldi. Dün Ankara'ya gitmiştik. Yeni ve daha etkili bir ilaç kullanmaya başlamıştım ve ilaca başlayalı altı ay olduğu için doktor muayene için Ankara'ya çağırdı. Biz de MRımızı, kan tahlilimizi yaptırıp yola çıktık.

Önce dinledi, sonra sorular sordu. Duydukları hoşuna gitmişti ve doğal olarak biz de mutlu olduk. Bizi dinledikten sonra tahlilleri ve MR sonuçlarını incelemeye başladı. Onun söylediğine göre tahliller öyle temiz çıkmış ki bir ara şüphelendi. "Bunları güvenilir bir laboratuvarda mı yaptırdınız?" diye sordu. MR da aynı şekilde, "Kontrast sıvısını verir vermez mi çektiler?" diye sordu. Hiç bir hareketlenme olmadığını, aksine yatışmalar gözlendiğini söyledi. Sizin anlayacağınız durumun olumlu yönde seyrettiğini söyledi. İnşallah hep böyle gider, ne diyelim.

Tahlillerden tek düşük çıkan değer D vitamini imiş. Onu da Güneş'ten almam gerekiyor. Haliyle sıcak benim için zararlı olduğu için çekinerek Güneş'e çıkardım. Ama artık tavsiyelerine uyuyorum. Şimdi bahçemizde uzanmış, elma ve asma yapraklarının arasından süzülen akşam güneşinin tadını çıkarıyorum. Nasıl olsa rüzgar beni serinletiyor. Tıpkı hikayelerimdeki kahramanlarım gibiyim desem yeridir. :)

Resimdeki çakıl taşlarına, daha doğrusu çakıl taşı şekerlerine gelecek olursak. Malum, Ramazan bayramına az kaldı. Rengarenk şekerler bayramların olmazsa olmazlarındandır. Eve alınan şekerler arasında yazım için bunları gözüme kestirdim bende. (Önceden duymuştum ama ilk defa görüyorum)

İyi denk geldi demiştim ya, tam da öyle oldu. Bence bu güzel haberler için günceye yazılacaklara en çok uyan taşlar bunlardı. Rengarenk ve tatlı taşlar. Hayatın aslında taş gibi sert olduğunu, ama aynı zamanda şeker kadar da yumuşak olduğunu gösteriyor. Bazen acıtıyor, bazen de tat veriyor. Bu bizim yaşamı tanımlamamıza ve bakış açımıza da bağlı. Bir kişiyi mutlu eden bir olay başka bir kişiyede acı verebiliyor. 

İyi bir örnek daha: Bunları yazmaya yoğunlaşmışken, yanımda aniden beliren, bahçemizin sakinlerinden bembeyaz bir yavru kediden korkmam gibi. :) Normalde çok tatlı bir kedidir. (Zavallı, ben irkilince o da benden korktu ve kaçtı gitti) İşte, dediğim gibi, algı meselesi. Algı denilen şey çok tatlı bir kedi bile olsa yeri geldiğinde hayalete dönüşerek sizi korkutabiliyor.

Konu nereden nereye geldi. Uzun sözün kısası dünkü duyduklarım karşısında, taşlar bile renklenmişken... Şu an öyle huzurluyum ki, hissettiklerimi tamamen aktarmama kelimelerin gücü yetmiyor. Bu duyguyu hissetmeyeli belki aylar, belki yıllar olmuştu. Sözü daha fazla uzatmayacağım. Herkesin hayatındaki taşların böyle renkli olması dileğiyle. Şimdiden Ramazan bayramınız mubarek olsun. Renkli günler dilerim. :)

Not: Bu yazdıklarımın ismi Çakıl Taşı Güncesi olduğu için, ister istemez bazen günlük yazar gibi samimi bir havaya bürünüyorum. Umarım sıkmıyorumdur. ;)

II.Not: Bu yazıyı iki gün önce yazmıştım ama ancak şimdi paylaşabiliyorum.

A.Kemal Ünsaçan 
04•VIII•13